29 Şubat 2012 Çarşamba

Violin

Violin dünyadaki en güzel ailelerden birinin adıdır. Violin ailesinin içinden en çok tanıdığımız Keman'dır ancak Viyola ve Viyolonsel de ailenin önemli üyeleridir. İnsanı insan yapan tüm duyguları, çıkardıkları seslerle muhteşem bir şekilde tasvir etme büyüsüne sahip enstrüman topluluğunu kelimelerle anlatmak güç.

Violin görüntüsündeki zarafeti sesine de yansıtır. Keman dört tel ve bir yay ile en küçük ve en yüksek tonlardaki seslere ulaşarak dinleyenin içindeki ruhu canlandırmayı başarır. Tınısının insan sesine en yakın olduğu söylenen Violin sesi hayatın sesi olarak adlandırılabilir.

Yay ve tellerin dans etmesi sonucu ortaya çıkan müzik, neşenin ve melankolinin en uçlarında dolaşmayı sever. Gülen bir yüzdeki parlayan gözü de, hüzünle dolu usulca akan göz yaşını da anlatabilir.

En güzel solo enstrüman keman, çalmayı bilmeyen birinin eline geçmesi durumunda çok tehlikeli bir silah haline dönüşür ve oradan hızla uzaklaşmak gerekir. Ölü ruhları canlandıran bu güzel alet içimizdeki canavarı da hareketlendirebilir. Aman dikkat..

Kemandan bu kadar bahsedip de dinlememek olmaz. Seçim yapmanıza yardımcı olmam gerekirse eğer;

İlk olarak bir ısınıp bir soğuyan havaları yaşadığımız şu günlerde Antonio Vivaldi - Four Seasons çok güzel bir seçim olabilir. Dört mevsimi bir arada dinlemek uzundur ama mevsimler de uzundur zaten.. Not: İlkbahar candır.

İçinizde şeytani duygular uyansın mı istiyorsunuz? O zaman ölüm - şeytan - iskelet simgeleriyle anılan Camille Saint-Saens - Danse Macabre dinleyin

Hayat sizi yoruyor, hedefe varmanız imkansız görünüyor ve çabalamaya devam ediyorsanız; imkansızı başarmanın zorluğunu akla getiren Paganini Caprice No.24 size göre.

Temiz ve saf aşkı, güzelliği duymak isteyenler Tchaikovsky - Romeo&Juliet size belki cevap verebilir.

Dertliyseniz eğer kederi akla getiren Schinder's List , hüznü anlatan Farid Farjad nameleri tam size göre..

Tabi ki saymakla bitmez, benim size sunduklarım sadece birkaç seçenek. Keman sesi hayatın ta kendisidir ve hayat devam ettikçe anlatacak çok şeyi olacak..

Kalbinizde kemanın tınısı eksik olmasın.. 





25 Şubat 2012 Cumartesi

Toprak Kokusu

*Yağmur sesini seviyorsanız ve yazıyı biraz daha keyifli hale getirmek hoşunuza gidecekse başlamadan önce buraya tıklayın ve hoparlörünüzün sesini biraz açın..

Yağmur en güzel doğa olaylarından biridir. Yeniden doğuşun habercisi, yaşamın vazgeçilmezidir. Yağmur bizde çeşitli çağrışımlar yapabilir. Bunun nedeni zaman içinde üzerine yüklenen anlamlardır. Hüzün, korku, huzur yağmurla bağlantılıdır. Bu duygulara bakınca hepsinin birbirinden farklı olduğunu görürüz. Hayatın ta içinden bir şeyler barındıran yağmurun sahip olduğu zenginlik ve güzellik işte burada saklıdır. Üzerimizdeki etkisi içinde bulunduğumuz ruh haliyle doğrudan alakalıdır.

Bazılarımız koşulsuz sever yağmuru, gökyüzünden düşen küçük su damlacıklarının tenine değmesine izin verir. Islanmaktan zevk alır, hatta içinde hala bir çocuk varsa belkide kafasını havaya kaldırarak kocaman açtığı ağzıyla damlaları yakalamaya bile çalışabilir.

Kimisi de evde şöminesinin başında şarabını yudumlarken veya sıcacık yatağının içinde damlalardan çıkan küçük tıkırtıların eşliğinde uyurken sevebilir yağmuru. Bunlar gibi hepsi birbirinden farklı sayısız örnek bulmak mümkündür ancak hepsinin tek bir ortak noktası vardır; yağmur yağarken dışarıya çıkmak zorunda olmamak.

Sayıları fazla olmasa da tamamen yağmurdan nefret edenler de vardır. Yağmur kötü anılarını canlandırabilir, gök gürültüsünden korkuyordur, içini karartıyordur sevmezler. Aslına bakıldığında yağmurda algıya bağlı bir hoşlanma veya hoşlanmama durumu söz konusudur.

Yağmuru sevelim veya sevmeyelim dünyanın en büyük ihtiyacıdır ve hayatın devam edebilmesi için olmazsa olmaz olan en önemli olaydır.

Yağmurun en büyük yaşam belirtisi topraktan çıkan kokusudur. Genellikle kurak yaz aylarında yağan yağmurda gösterir kendini, huzur verici ve yumuşaktır. Bu kokuyu içine çekince dertlerini bir an olsun unutur insan. Yağmurun ardından çöken dinginliğin içinde, uzaklardan öten kuşların cıvıltısı ve yapraklarda kalan yağmur damlacıkları eşlik eder toprağın kokusuna. Doğa'nın ta kendisidir. Yaşamın sadece senden ibaret olmadığını hatırlatan güçlü bir kokudur. Belli belirsiz hissettirir kendini ancak bu kokunun tadına bakmayan yoktur.



Bu güzel kokunun her geçen gün etkisi azalıyor ve yerine kanalizasyon kokuları geliyorsa, çevremizdeki yeşil azalıp gri artıyorsa, yağmur artık eskisi gibi yalnız değilde bacalardan çıkan asitle beraber yağıyorsa, akarsular enerji uğruna akamıyorsa ve bu yüzden geçmesi gereken yerler ölüyorsa, uzun uzun binaların arasında sıkışıp gök kuşağının rengini göremiyorsak eğer; 
hızla gelişen dünyanın gerçekten geliştiğine nasıl inanabiliriz?


 Toprak kokusunun, gelecek nesillere anlatılacak hoş bir anıya dönüşmemesi dileğiyle..




24 Şubat 2012 Cuma

Hep Bir Şeyler Eksik

Tuhaf bir toplumuz. Potansiyelimiz yüksek ama kullanamıyoruz. Dünyanın en güzel topraklarında refah içerisinde yaşayabilecekken, her seferinde duvara toslamayı başarıyoruz. Eğitimsizliğin, düşünmemenin etkisi büyük ancak tembel olmamız da sıkıntının temel nedenlerinden biri. Tembel olmamız da, yaptığımız işleri baştan savma yapmamıza neden oluyor.

Atatürk'ün "Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir" sözü tarihi bir sözdür. Bu sözü vurgulayarak söylemesindeki amaç teşviktir. Tarih, bilindiği gibi o günün şartları altında değerlendirilmelidir. Zaman içinde yozlaşan toplumumuz için bence artık bu söz geçerli değildir. Geçerliliğini kaybetmesinin temel nedenini Mustafa Kemal'i iyi anlayamamaktan kaynaklanmaktadır.

Söylemesi ve kabul etmesi zor ama büyük bir çoğunluğu niteliksiz insan güruhu olarak tanımlanabilecek bir halka sahibiz. Olumsuzluklarla dolu hayatımızda güzel şeyler de hiç olmuyor değil tabi ki. Görmek biraz zor olsa da arada bir moral verici gelişmelerde yaşanıyor. Kendini geliştirmeyi başarmış büyük adamların yaptığı çok büyük işler göğsümüzü kabartıyor.

Son dönemdeki bu parlama Atatürk'ümüzün hastalığının son demlerinde sonsuz bir güvenle kendini emanet ettiği Türk Hekimlerinden geldi. Prof. Dr. Ömer Özkan ve ekibi Dünyada daha önce sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek zor ve önemli ameliyatları başarıyla gerçekleştirdiler. Yaklaşık bir ay önce Antalya'da bana göre tüm zamanların en başarılı yüz nakli Uğur Acar'a yapıldı ve aynı gün inanması zor bir iş olan aynı anda çift kol ve bacak nakli operasyonu da sonuca ulaştı. Nakledilen bacağı vücut kabul etmemiş olsa da ayakta alkışlanması gereken bir olay olarak tarihe yazıldı.

Saman alevi gibi parlayan başarılara doyduğumuz için bunun devamlılığının olması önemliydi ve bugün Ankara'da ikinci yüz nakli operasyonu yapılıyor. Aynı zamanda İzmir'de beyin ölümü gerçekleşen bir kişinin iki kolu ve iki bacağı da nakledilecek. Asıl sevinilmesi gereken olay budur. Umarım bu ameliyatlar da başarıyla sonuçlanır..

Moral verici haberlerin arasında bu sabah dikkatimi çeken bir olay üzerine böyle bir yazı yazıyorum. Ne yazık ki başta da belirttiğim, baştan savma iş yaptığımız düşüncesini tekrar düşünmemi sağlayan olay şöyle;

Bağış yapılan kol ve bacaklar hastaneye getirilirken karton kutuların içinde, son derece ilkel biçimde taşınıyordu. Haliyle bakkaldan alınmış gibi görünen kutulardan birinin bantı yırtıldı ve içinde taşınan bacak yere düştü...

Bu olaya dışarıdan bakıldığında küçük bir ayrıntı gibi görünse de, en dikkatle yaptığımız işlerde bile hep bir şeylerin eksik olduğunu kanıtlar nitelikteydi...




Umut veren, güzel haberlerle dolu gazeteler okuyabilmek dileğiyle..


23 Şubat 2012 Perşembe

Kibrit

Hafta sonu Çeşme Alaçatı seyahatimiz harikaydı. Alaçatının güzel sokaklarında dolanırken antika malzemeler satan bir dükkan dikkatimizi çekti ve girdik. Eski fotoğraf makineleri, taş plaklar, gramofonlar, yazar kasa gibi malzemelerin yanında bir de koleksiyoncular için rozet, kibrit gibi ürünlerde vardı.

Bu dükkanda her şey güzeldi ancak en çok kibrit kutuları ilgimi çekti. İki büyük sandık dolusu, çeşitli kibrit kutularının albenisi yüksekti. Sandıktaki envai çeşit kibrit kutularının içinden seçim yapmak zordu, hepsi birbirinden güzeldiler. Tabi koleksiyonum olmadığı için almadım ama fiyatlarını merak edip sormadığıma da pişman oldum.

Herhalde bu kadar nadir bulunan kutuların fiyatı bakkaldaki 3 kuruşluk dandik, sarı kibritlerle bir değildir. Ne yazık ki bu kadar güzel görünen bir koleksiyonun ülkemizde devam etme şansı yok. Dünyada nasıl bilmiyorum. Kibrit kutuları da teslim olmuş ve dejenere olmaktan kendisini kurtaramamış.

Bu arada benim yeni öğrendiğim bir bilgiyi de paylaşmak isterim. Kibritin çakmağa göre daha ilkel olan görüntüsü, daha eski olduğunu düşündürürdü bana hep. Halbuki çakmak kibritten önce kullanılan bir malzemeymiş. Aslında ilk insanların ateşi taşları birbirine vurarak yaktıkları düşünülürse çakmak taşının daha eski olduğunu fark etmek çok da zor değil.

Bir de hastası olduğum kibrit kokusu. Ah o koku.. İster balici de ister tinerci, severim kibritin kokusunu. İlk kıvılcımla çıkan hafif dumanlı koku.

Ha bu arada unutmadan; kibritçi kızı bu hale düşüren çivisi çıkmış dünyanın köküne de benden kibrit suyu ulan..

Hiç sönmeyen bir kibritle ömür boyu üşümemeniz dileğiyle...




22 Şubat 2012 Çarşamba

Papatya

Sadeliği midir çeken insanı bilinmez çoğu insan sever papatyayı. Bembeyaz taç yapraklarının ortasında sapsarı bir gülüş vardır. Papatyanın sarısında umut mu vardır yoksa bilgelik mi bilmem, fal bakma misyonu yüklenmiştir üstüne. Tıpkı kahveden kalan kirli fincan gibi.

Seviyor mu sevmiyor mu sorusuna cevap aranır papatyayla. Ne kadar saçmadır ve ne kadar çok insan hayatında en az bir kere yapmıştır bunu..

Fal bakıldıktan sonra sonuç ne olursa olsun kaybeden papatyadır. Adam çıplak kalır yahu nedeni mi var =) Kendisi kaşınır ama, "gel de sana bi fal bakayım abimm&ablamm" tavrı da yok değildir hani.

Falın cevabının doğruluğu tartışılır ama verdiği kesin bir cevaptır. Evirip çevirmez lafı, süslü cümleler kurmaz fincan gibi.

Şu anda çiçek resmi çizmeniz gerekse büyük ihtimal papatya çizersiniz. Papatya resmi çocukluktan girer hayatımıza çünkü, kolaydır, sadedir.

Yoğun ülke gündemi, stresli iş hayatı, çoluk çocuk derdi, klakson sesleri, klima zırıltısı, bezginlik, yılgınlık, küresel ısınma, çevre kirliliği falan filan.

Bırak boş ver bunları;

Git ısıt suyunu, yap kendine bi papatya çayı, uzat ayaklarını. Rahatlatır, uyursun da biraz.. Bak kış bitiyor, sırada bahar var, çıkacak papatyalar, ötecek kuşlar, mavi gökyüzü, beyaz bulutlar,lar,lar....




21 Şubat 2012 Salı

Şimdiki Gelecek Zaman

Hiç bir zaman gelecek, şimdiki gelecek gibi olmamıştı..

Aksini iddia etmek tabi ki imkansız ama demek istediğim başka şey. Şu anda olduğun yerde kalırsan eğer, gelecek senin için oldukça sıkıcı geçebilir.

Dünya artık resmen eskisinden hızlı dönüyor. Bilimin akıl almaz gelişimi teknolojideki yeniliklerle birlikte sürekli yeni bir düzen oluşturuyor. Gelişime ayak uyduramayanlar, hayatın da dışında kalmaya mahkum olmak durumundalar.

Geçmişte geri kalmış toplumlar ile gelişmişler arasındaki fark hiç bu kadar açılmamıştı. İçinde olduğumuz günlerde ve devamında da muhtemelen bu fark, artarak artan bir ivmeyle devam edecek. Her an büyüyen dünya, tuhaf bir paradoksla aynı anda daha küçük cihazların içine giriyor. Eğer sizde bu evrime uyum sağlayamazsanız hayat daha da zorlaşacak ve dünyadan bihaber ölümü bekleyeceksiniz.

Kağıt, daha doğrusu gazeteler ve kitaplar son çırpınışlarını yaparak can çekişiyorlar. Her geçen gün televizyona bir kumanda daha ekleniyor. Koskoca devletlerin sırları İnternet de afişe ediliyor. Postalar, mektuplar artık e-mail oldu, muhtıralar bile elektronik. Ve daha bir sürü şey.. Kısacası robot denince mutfak robotu geliyorsa aklınıza yandınız..

Hayat bundan sonra bir ekran ve 104 tuştan sorulacak. Gerçi tuşların da sonu gelmek üzere. Siz siz olun, aklınıza mukayyet olun bunlar daha hiç bir şey, teknolojiyi ve hayatı kaçırmayın sonra üzülürsünüz..


Söylemedi demeyin..



20 Şubat 2012 Pazartesi

Kılıf

Kılıflarla karşılaşmak sıradan bir hadisedir. Hayatımızın her alanında kılıflar mevcuttur. Kılıf; malzemeyi dışarıdan çevreleyen kap olarak tanımlanır.

Gözlemime göre kılıflarla yoğun olarak elektronik mağazalarında karşılaşırız. Son moda teknoloji harikası cihazlarımızı dış etkenlere karşı daha dayanıklı hale getirebilmek için kullanırız. Faydalıdır, ömür uzatır. Aslında yan ürün olmasına rağmen başlı başına koca bir sektör olup, fahiş fiyatlarla satılarak üreticinin yüzünü güldüren ticari bir malzemedir.

Kıyafetler de kılıf olarak sayılabilir. Eğer nüdist değilseniz (yani sergilemeyi fazla sevmiyorsanız) zaten birçok kıyafetiniz vardır.

Kimi zaman da karşımıza ambalaj adı altında çıkar ki bu biraz tehlikelidir. Asıl amacı yine içindekini korumak olsa da süslü halleriyle genelde gözümüzü boyamak için kullanılır. Göz boyamanın içine hataları örtmek de konulabilir, malın fiyatını katlaması da. Ambalajı tanımlamam istense, sessiz pazarlamacı veya sahte güzellik şeklinde tanımlayabilirim. Bunu sebebi bardağın boş tarafına bakıyor olmam da olabilir veya içim fesattır da ondan öyle tanımlıyorumdur, bilinmez. Ama şu bir gerçek ki çoğumuz ambalaja önem veriyoruz.


Kılıf olarak sayılabilecek başka bir şey daha varsa o da maskedir. Çeşitli maskeler mevcuttur; iş gereği takılan maskeler solunum yollarını korumak, yüze sürülmek suretiyle karşımıza çıkan maskeler güzelleşmek, balolarda kullanılanlar ise eğlence amacıyla kullanılır. Bir de görünmez maskeler vardır, bunlar insanın kötü yüzüdür. Kullanım amaçları kimi zaman riyakarlık, kimi zaman da olduğundan başka görünme çabasıdır. Çevrenize dikkatle bakarsanız eğer, fark etmek çok da zor değildir..

Sonuç olarak kılıflar hayatımızda çokça vardır, iyisini ve kötüsünü ayırt etmek dikkat gerektirir. Kılıflar çoğu zaman bizi yanıltsa da onlara gereken önem verilmelidir. Kusursuz olmaları önemlidir, yoksa kötü sonuçlar DOĞURA BİLİR! Tıpkı ülkemizi yönetenlerin dünya'ya gelişleri gibi...




19 Şubat 2012 Pazar

Zeki Erol


Hiç görmese de gözlerim seni, hakkında çok şey biliyorum. Duyduklarıma bakınca; umarım bende de, senden bir şeyler vardır diyorum..

Sonsuzlukta, ışıklar içinde yat, hiç görmediğim sevgili dedem..




Emek

Tüketimin kucağına oturduğumuz şu dönemde üretime olan ihtiyaç her zamankinden daha fazla önem kazanmış oldu. Hayat tarzımız haline gelen tüketim, üretimi kamçılamakta, kamçılanan üretim ise talebe karşılık verebilmek için hızla çalışmaktadır. Üretim ve tüketim birbirine zıt iki kavram gibi görünseler de bu sistem içinde aslında ikisi de tek bir amaca hizmet ederler o da kapitalizmdir. Sistem bizi tüketmeye zorlar ve kendi ürettiği mallara veya hizmetlere bağımlı hale getirir. 

Üretimin gerçekleşebilmesi için çeşitli faktörlerin bir arada bulunmaları gerekir. Üretim faktörlerine baktığımızda doğal kaynaklar yani ham madde, sermaye, girişimci ve emek bulunur. İhtiyaçlar listesinde bulunan bu faktörlerin bir araya getirilmesiyle üretimi istenen mala veya hizmete ulaşılır. Her ne kadar burada 4 tane ana faktör karşımıza çıksa da işin aslına bakıldığında, üretimin merkezinde sermaye ve girişimci diye tanımlanan başlıklar bulunur. Belli bir sermayeye sahip olan girişimci, daha fazla para kazanabilmek için bir şeyler üretip tüketiciye sunma amacındadır. Karar verme aşamasında girişimcinin baktığı tek bir şey vardır o da kendine girenler ve çıkanlar. 

Girişimci kendine girenlere önem verir. Ne kadar çok girerse o kadar çok zevk alır. Tabi girişimciye giren de çıkan da beni ilgilendirmez.. Beni ilgilendiren kısım maliyetleri belirlerken aldığı tutumdur. Girişimci maliyet belirlerken çoğu zaman insan faktörünü işin içinde görür ama görmek istemez. Hayatı paraya endeksli bir olgu olarak algıladığından girişimci, insanı ve doğayı her zaman ıskalar. 

Emek ve ham maddeyi bir arada görmek gerekir. Ham madde de, harcanılan büyük bir emek sonucu ortaya çıkar. Üretimin esas ham maddesi emektir.

Mal veya hizmet üretimi sırasında ortaya konan insan kaynağı diye tanımlanan emek, üretim maliyeti belirlemede en mağdur olan faktördür. Günümüzde, insana olan saygının ve insana verilen değerin ne ölçüde olduğu düşünülürse çok da şaşılacak bir durum değildir. "Eğer işlem sonunda bir pasta kesilip yenilecekse dilimler harcanılan emeğe göre bölünmelidir" diye düşünsem de ne yazık ki emekçi, parmağının ucuyla kremanın tadına bakabiliyor ise şanslı sayılmaktadır.

Emeği üretime yalnızca fiziksel katkı olarak görmek büyük bir hata olur. Bir çok alanda düşünsel anlamda da emek verilen işler mevcuttur. 

Emek ne uğruna olursa olsun saygı duyulması gereken bir özveridir. Emek; çalışma sonucu arkaya dönülüp bakıldığında görünmeyen bir devdir. Emek bir haktır. Emekçilerin hakkını savunmak, destek olmak insanlık görevidir. Emeğe saygı; kazanan rakibi alkışlamaktır, kaybedeni teselli etmektir, sanata ve sanatçıya verilen değerdir, hoşgörüdür, başarıyı paylaşmaktır, alın teridir..



Yani günümüzde emeğe verilen değer neredeyse yok gibi. Böyle bir anlayışta adı EMEK olan bir sinemanın yıkılması ve yerine tüketim canavarı bir AVM yapılacak olması sürpriz değil, aksine hep birlikte katkıda bulunarak şekillendirdiğimiz yeni dünyanın bir sonucudur..





17 Şubat 2012 Cuma

Zengin İnsan, Yoksul Para

Zenginliğin veya yoksulluğun ölçüsü para mıdır?

Dünyanın en zengin adamı belli oldu şeklinde bir haber görsek aklımıza gelecek ilk şey kesinlikle para olur. En zengin insanı veya ülkeyi belirleyen bir araştırmada bakılması gereken birçok kriter olmalı. Zenginliği belirlemedeki ölçünün para olarak algılanmasının sebebi aslında paranın ölçülebilir bir meta olmasından kaynaklanmaktadır. Aslında düşünüldüğünde para hayatımızda bulunan en somut, soyut malzemedir.

Zenginliğin göreceli bir kavram olarak algılamak gerekir. Ölçülemeyen faktörler zenginliğin temelini oluşturur. Bu düşüncelerin ışığında Alman filozof Arthur Schopenhauer "dünyanın en yoksul insanı, paradan başka hiç bir şeyi olmayan insandır" demiş. Bence de çok doğru bir düşünce.

Şimdiye kadarki bölümde parayı yerdik durduk. Bunun sebebi belkide dünyaya hükmeden vahşi kapitalist sistem neden oldu. Eğer paranın daha dengeli ve emekle doğru orantılı olarak dağıldığı bir dünyayı konuşuyor olsaydık, gerçek zenginliğin belirlenmesinde önemli bir faktör olarak parayı samimiyetle ele alabilirdik. Fakat bulunduğumuz durum çerçevesinde paraya başka bir gözle bakmam mümkün değil.

Giderek mekanikleşen bir dünyada ölçülemeyen faktörler diye bahsettiğim değerler her zamankinden daha değerli bir hal almaya başladı. Zenginliği belirleyen kriterler neler olabilir diye baktığımda; mutluluk, sağlık, samimiyet, başın sıkıştığında koşarak gelecek dostlar, kendini ifade edebilme yeteneği, haksızlıklara karşı koyma gücün, itibarın, kendine olan saygın, özgürlüğün... Listeyi daha da uzatmak elbette mümkün.

Zenginliğin temeli özgürlük ve akıldır, birleşiminden özgür düşünce doğar. Ne kadar düşünebiliyorsan o kadar zenginsindir. Düşünme yeteneğin ve aklın sana verilen en kıymetli hazinedir. Aklın yaşatır seni, cismin değil fikirlerin kadar varsın bu dünyada.

Umutsuzlarla dolu bir ortamda karanlığın içindeki ışığı görünce gülüyorsa yüzün, farklı açıdan bakıyorsan hayata, kimseyi değil aklını dinliyorsan sadece, sorguluyorsan olanları, çevrendeki insanlar sen yokken keşke burada olsaydı diyebiliyorlarsa, sağlığın yerinde ve sevdiklerinle berabersen, hoşgörülüysen diğer düşüncelere, sır verebileceğin dostların varsa, huzurla dalıyorsan uykuya, mutlu kalkıyorsan yatağından, sevildiğini biliyor ve seviyorsan, senin gibi düşünen bir kişi bile yokken dönmüyorsan yolundan, aykırı olduğun için bertaraf olmaktan korkmuyorsan eğer, sen bu dünyanın en güzel kısımlarından birisin demektir.




Tek tipleştirilmeye çalışıldığımız şu ortamda aykırı kalabilmektir zenginlik. Aykırılıklarımızla bir arada yaşayabilmektir marifet.

Aykırı kalabilen zenginlere..


Not: Aykırı zenginlerin parayı bulunca yoksullaşmaması dileğiyle..





16 Şubat 2012 Perşembe

Koyun

Uykuya dalmak  için koyunlardan yardım alanlarınız vardır belki aranızda. Ben daha önce tanımadım böyle birini ancak nasıl olmuşsa dünya genelinde uykuya dalmanın sembolü haline gelmiş bir sahnedir bu. Baş roldeki koyun yemyeşil bir çayırda, lacivertin içinden ışık saçan parlak birkaç yıldız ve gülümseyen bir hilal altında başarılı şekilde atlar çitten her seferinde..

Koyun faydalı hayvandır. Keseriz etini yeriz, yavrusunu keser yeriz, postunu alır kullanırız, sütünü sağar içeriz. Gıkı çıkmaz hayvanın. Bir günden bir güne çıkıp da itiraz etmişliği var mıdır sisteme? Çünkü bilir ki çobanı ona az veya çok, bir şekilde yaşamasına yetecek kadar ot verir, su verir. Evcildir, sakindir, güzeldir, munistir koyun. Sürü psikolojisi hakimdir. Sorgulamazlar, emirlere uyar itaat ederler. Başlarında bir çoban, elinde bir kavalla yatar ağacın gölgesinde. Bir de köpeği vardır çobanın, sürüye yön verir. Kolay hayvandır koyun..

Yazıya başlarken uykuya dalmamıza yardım etmişti koyunlar, artık uyanmamıza yardım edecekler. Değiştirdim senaryoyu. Yazıyı ben yazıyorsam eğer istediğimi yaparım. İtirazın varsa sende yaz bişeyler; mantıklı veya saçma, gerçeklerini veya hayallerini, anılarını veya rüyalarını, yanlışlarını veya doğrularını. Hiç bir kaygıya kapılmadan paylaşmalısın, birilerine beğendirmek zorunda değilsin.

Şimdi oradan kalkıp;

- "Zorunda mıyım?!"
....
- "Zorunda mıyım?!" da diyebilirsin.

Tabiki zorunda değilsin. Ne düşünmek zorundasın, ne de düşünsen bile paylaşmak..

Yalnız şunu biliyorum ki koyun gibi insanlarla yaşamaktan kurtulmanın tek yolu, onları düşündürmekten, olanları sorgulamalarını sağlamaktan, gerçekleri göstermekten ve koyun değil insan olduklarını hatırlatmaktan geçiyor, yani uyandırmaktan.

Eğer sende sistemde yanlışlıklar olduğunu, bu bozuk düzenle her şeyin daha da kötüye gideceğini hissedebiliyorsan, susma, bişeyler yap!. Ses çıkarmazsan uyuyanlardan bir farkın kalmaz, koyunlarla koyun koyuna uyur gidersin..

Koyun hakkında yazdım, dediğim gibi beğenirsiniz beğenmezsiniz. Koyun bana bunları çağrıştırdı. Bu yazıyı okuyupta ulan bende biyerden başlayayım çevremdekileri uyandırmaya derseniz hemen elinizi taşın altına KOYUN.

Yok arkadaş bunlar lafügüzaf derseniz de KOYUN götüne rahvan gitsin.. Uykuya devam edin, belki de rüyanızda okyanus ötesinden bir çobanın kaval sesini duyar, hayatınıza da onun köpekleri yol verir..

Saygılar..


15 Şubat 2012 Çarşamba

Sokaktaki Müzisyen


Girintili çıkıntılı küçük siyah kare taşlarla düşenmiş boş ve dar bir sokak. Hafif bir esinti var ama bugün diğer günlerden biraz daha sıcak geçecek gibi. Geçen sene çöpten bulduğun kolları yırtık gri ceketinle üşümeyecek gibisin. Yanından geçmeye başlayan ayakkabıların topuk sesleriyle iyice uykun açıldı. 

Ayağa kalkıp çok sevdiğin yatağını düzgünce üçe katladıktan sonra, binanın duvarı ve trafo kutusu arasında kalan kısma düzgünce koydun. Böyle düzgün bir karton her zaman bulunmuyor sonuçta diye geçirdin içinden.

Karnın aç aslında ama daha da aç olduğun günler olmuştu. Ayak sesleri artıyor yavaş yavaş, artık bir an önce her zamanki yerine geçmeli, işlerine geç kalmamak için hızla yürüyen insanlara bu şehrin müziğini dinletmelisin. (Senin asıl işin bu şehri müziğinle canlı tutmak, bunu unutma!

Sahip olduğun en değerli şey olan eski gitarını omzuna asarak koşar adımlarla ilerlemeye başladın. Neyse ki günün ilk tramvayı geçmeden eski taş plaklar satan dükkanın önündeki yerini aldın. Kel kafasının yanındaki saçlar beyazlamış, beyaz top sakallı, yuvarlak tel çerçeveli gözlükleri olan, her daim taktığı papyonuyla senden önce dükkanını açan adam, vitrindeki plaklar arasından senin geldiğini görünce sevindi. Pastaneden yeni aldığı sıcacık bir simit ve bir kahve fincanıyla yanına geldi ve sana uzattı. Minnet dolu bir bakışla karşılık verdikten sonra hızlıca yedin simidini, kahvenden bir yudum alıp yanına koydun. Bu arada adamda kendisine kahve almış ve şehrin uyanış müziğini kaçırmamak için yanındaki yerini almıştı..

Derin bir nefes alıp gözlerini kapadın. Kirden kapkara olmuş parmaklarınla tellere dokundun; önünden geçen ayakkabılar, yaklaşan tramvay, güvercin kanatları, açılan panjurlar... 

Herşey hazırdı ve müzik başladı..

Gitar sesi, tüm bu seslerle karışıyor ve ortaya muhteşem bir müzik çıkıyordu. 

Bu şehrin müziğiydi..

İşte o an bütün dertlerinden kurtuldun. Geçmişini hatırlamayan, sokakta yaşayan, konuşamayan adam sanki sen değildin. Tüm sıkıntılarına rağmen içindeki neşeyi gitarına yansıtıyordun.

Müziği fark eden insanlar mutlu ve huzurlu, fark edemeyenler ise somurtkan suratlarıyla yeni bir güne başlıyordu. 

Artık sokakta; hayata gülenler, güzellikleri ıskalayanlar, gitarına taktığın tenekedeki bozuk para sesleri, yüzünü gösteren güneş ve kısalan gölgeler vardı..

Aslında şehri aydınlatan güneş değil, sokaktaki müzisyendi...




14 Şubat 2012 Salı

Orta Parmak..


Bir elde beş parmak var, beş kardeş parmak..

Çocukken bize kardeş diye tanıtıldılar. İsimleri de sırasıyla Baş, İşaret, Orta, Yüzük ve Serçe.

İlk tanıştığımız yıllarda bunların avcılık yaptıklarını duymuştum. Baş yakalardı, İşaret keserdi, Orta pişirirdi, Yüzük yerdi, zavallı Serçe de kısık bir sesle "hani bana, hani bana" derdi.

Parmaklara anlamlar yüklemeye o yaşlardan başlarız aslında. Küçük olanın ezildiğini gösteririz dolaylı yoldan çocuklara. Bazısı düşünmez doğrudan alır mesajı, güçsüzü, azınlığı görmez gözü, her fırsatta vurmak ister kafasına; bazısı da haksızlığı fark eder, sıkar parmaklarını ayırmaz hiçbir zaman. Güçlü bir yumruk olur güçsüzlerin yanında!

Orta parmak asidir. Duramaz yerinde, dayanamaz çıkar yumruktan verir tepkisini. Yol gösterir diğer parmaklara. Yumruk olan parmaklar açılırlar o zaman. Kocaman bir tokat olurlar, patlatırlar karanlık beyinlilerin ensesine.

En iyi eller anlatır insanı. Acıyı da, tatlıyı da unutmaz hiçbir zaman. Koskoca bir hayatın izleri vardır küçük bir avcun içinde.

Hayat, ince bir iple bağlanır orta parmağa. Savrulur zamanla bir aşağıya bir yukarıya. Tavanı da görür tabanı da. Bazen dolanır bozulur dengesi. Tekrar kalkar ayağa sarılır parmaktaki ipe sıkıca. Devam eder kaldığı yerden, oradan oraya savrulmaya. Salınımların tadını çıkarmak gerekir, çünkü gün gelince o ip kopup gidecektir...

Hayat renklidir, hareketlidir. Hayat yoyo gibidir.


YUMRUK GİBİ BİR ELDE RENKLİ BİR YOYO TUTMANIZ DİLEĞİYLE..





13 Şubat 2012 Pazartesi

Renkli ve Hüzünlü


Afrika, Avrupa'nın güneyinde, Atlas Okyanusu'nun doğusunda, Hint Okyanusu'nun batısında ve Antarktika'nın kuzeyinde bulunan bir kıtadır. Asya ve Amerika'nın ardından üçüncü büyük kıta konumunda olan Afrika, adını Kartaca'ya ilk defa ayak basan Romalılarca "Afri" veya "Africani" denilen oymakların adından esinlenilerek almıştır. Afrika onlarca devletin bulunduğu koskoca bir kıtadır. 

Afrika hakkında bunlara benzer daha birçok tanım ve tanıtım yapmak mümkündür. Ancak benim amacım Afrika'nın zihnimdeki suretini anlatmak ve Afrika denilince aklıma gelen şeyleri aktarmaktır.

Afrika!

- Hop, film başladı. Sessizlik!

Etraftaki bitkiler güneşin kavurucu sıcağına karşı boyunlarını bükmüş fakat gövdelerini dik tutmaya çalışıyorlar. Çalıların arasında sessizce sürünen bir çita var. Hedefe kilitlenmiş, yavaş yavaş ilerleyen, uygun anı bekleyen, sinsi planlar yapan, kocaman sarı bir kedi. Üzerindeki siyah benekleri gelişi güzel dağılmış, bir tanesi de sol gözüne isabet etmiş. Delici gözlerine yansıyan bir şeyler var. İlk bakışta kocaman bir antilop sürüsü görünüyor. Ancak dikkatle bakıldığında daha yeni doğmuş, bırak koşmayı yürümekte bile zorlanan savunmasız bir yavru  antilop olduğu fark ediliyor....

Dzzztt!... Film koptu! Hikayenin geri kalanını merak ediyorsanız haftasonu sabahı hiç TRT izlememişsiniz demektir.. Neyse değiştirelim kanalı. Bu sefer içinde insanlar olsun. 

Afrika'nın yerlileri..

Afrika aslında neşeli insanların kıt'asıymış gibi gelir bana. Her an dans etmeye hazır, renkli kıyafetler içinde, ilkel fakat mutlu siyahlar. Yaşam tarzları tuhaftır, aykırıdırlar. Doğayla birlikte her daim birbirlerini koruyup kollayan iki sıkı dost gibi, bembeyaz dişleriyle sıcakdır gülüşleri, renkleri karadır ama saf ve temiz kalabilmiştir kalpleri. Para yoktur hayatlarında. İhtiyaçlarını tabiat ana karşılar her zaman. İlginç müzikleri, tuhaf dini ayinleri vardır. Abuk subuk şeyleri de yiyebilirler çoğu zaman. 

Renkleri çok severler. Süslenmeyi de severler...

İşte Afrika yerel halkı, böyle görülüyor gözümde. 

Şimdi bunca lafı neden anlattığıma gelirsek. Halam geçen sene resim yapmaya başladı. Ve ilk yaptığı resimlerinin fotoğrafını çekmemi istedi. Çok etkileyici resimlerdi gerçekten. Tanımasam, ve yaptığını görmesem hayatta resme yeni başlamış birinin bunları ortaya çıkardığına inanmazdım. 

Neyse, blog sayfamda bu resimler çok güzel durur diye düşündüm ve koymadan önce bir daha inceleyeyim dedim. Resimlerde daha önce dikkat etmediğim bir şey fark ettim. Kafamdaki Afrika yerel halkının görüntüsünden biraz farklıydılar. Evet renklilerdi, boyamışlardı ellerini yüzlerini, tabiatın ta içindeydiler ama mutsuzdular. Küsmüşlerdi sanki, dargınlardı artık. 

Afrika'yı dünyanın çöplüğü haline getirmemize mi üzüldürler acaba, yoksa ırkçı saldırılardan mı usanmışlardı, hep ezildiklerini gördüğüm halde onları mutlularmış gibi görmem miydi sıkıntı?  

Hüzünlüler..

Renkli ve Hüzünlü..


Benden bu kadar. Birazda resimlerle konuşun... 


Whitney Elizabeth Houston

Popun Kraliçesi olarak bilinen Whitney Houston'ın ani ölümü bütün dünyanın dikkatini çekti. Bende bunun ışığında biraz geç de olsa kendisi hakkında bilgilendirici bir yazıyı blog sayfamda ölümsüzleştirmeye karar verdim. Aslında Whitney Houston ile ilgili sahip olduğum tüm bilgi "I Will Always Love You" ve "The Bodyguard"'dan bir karış öteye gitmezdi. Eğer sizde benim gibiyseniz ve yazının devamında alacağınız bilgileri merak ediyorsanız okumaya devam edin. İsterseniz şu anda buraya  tıklayarak Whitney Houston müzikleriyle yazıyı süsleyebilirsiniz.

Vikipedi'nin Whitney Houston hakkında verdiği ansiklopedik bilgilerin ilk satırında "Dünyanın en çok ödül alan bayan sanatçısı ünvanını alarak rekorlar kitabına girmiştir" cümlesi bulunmakta. Yaşamı boyunca 6'sı Grammy olmak üzere toplam 415 ödülü kazanmayı başarmış.

Sadece bu bilgi, benim gibi müzik bilgisi 0'la 1 arasında olan bir adamın bile ilgisini çekmesine fazlasıyla yetti.

Sanatçı genleri bulunan bir aileden gelen Houston, çocukken kilise korolarında şarkı söylemeye başlayarak müzik kariyerine ilk adımlarını atmış. Zaman içerisinde annesi Aretha Franklin'in, Chakka Khan'ın ve Lou Rawls'ın vokalistliğini yapmış(Bu isimler bana bişey ifade etmiyor açıkcası). Modellik de yapan Whitney, "Glamour" ve "Seventeen" gibi dergilerin kapaklarını süslemeyi başarmış. 

1984 yılında "Hold me" isimli ilk hit parçasından sonra çıkardığı albümler;

1985 - Whiney Houston
1987 - Whitney
1990 - I'm Your Baby Tonight
1992 - The Bodyguard Soundtrack
1995 - Waiting to Exhale Soundtrack
1996 - The Preacher's Wife Soundtrack
1998 - My Love Is Your Love
2000 - Whitney: The Greatest Hits
2001 - Love, Whitney
2002 - Just Whitney
2003 - One Wish: The Holiday Album
2004 - Artist Collection: Whitney Houston
2007 - The Ultimate Collection
2009 - I Look to You

1992'de Whitney, Oscar'lı aktör Kevin Costner'la The Bodyguard adlı filmde başrolu paylaşmış ve film fazlasıyla beğenilmiştir. Ama asıl başarı Whitney'in filmden sonra çıkardığı soundtrack albümle gelmiştir. Dünya çapında 42 milyona yakın satan soundtrack Whitney'in en büyük hitlerini barındırmaktadır. 

Abümleri dünya çapında 170 milyondan fazla satan Whitney Houston 11 Şubat 2012 de Los Angeles'daki Beverly Hilton otelinde ölü olarak bulunmuştur.











11 Şubat 2012 Cumartesi

Uzman Tv

Çoğunuz bilirsiniz, hatta internet kullanıyorsanız kesin bilirsiniz. Böyle bir siteyi gözden kaçırmış olmak inanılacak gibi değil. Ama eğer içinizde Uzman Tv'yi daha önce hiç görmedim diyenleriniz varsa bir kaç cümle ile anlatayım.

Çok ilginçtir ki ve benim de bir türlü anlayamadığım şey, aklınıza gelebilecek her soruyu Uzman Tv daha önceden düşünüp alanında uzman kişilere sorarak bilgilendirici kısa videolar hazırlamış ve hazırlamaya devam eden nadide, billur gibi bir internet sitesidir. Hatta adamlar olayı abartmış sizin daha sonradan düşünebileceğiniz soruları da sormuş.

- Müneccim boku mu yedin be adam

(Müneccim herşeyi önceden gören kahin kişidir. Yani bilmediği bi halt yoktur. Bizim burada bahsettiğimiz adam -boku yiyen- müneccim ne isterse yapar aslında. Burada bok yerken görülüyor. Adamımızın tek amacı Müneccimin gelecekte neler olacağını kendisine söylemesidir. Parantezi açınca baya bi saçmalıyorum farkındayım bu konuyu bilahare gözden geçireceğim. İçimden bir ses bilahare hakkında da bir şeyler söyle diyor ama ona uymayacağım.)

Neyse, bu sitenin hazırlanmasında ve geliştirilmesinde kaç kişinin çalıştığını kestiremiyorum. Çok güzel bir düşünceyle yola çıkılmış, asıl ilginç olan böyle bir site yapabileceklerine olan inancı kendilerinde bulmuş olmalarıdır bence.

Şu ana kadar sitede; 29,392 soruya 1543 uzman cevap vermiş.

Arada ibretlik paylaşımlar olsa da çok zor, zahmetli, yoğun mesai gerektiren harikulade bir ürün. Uzman Tv türk internet kullanıcılarının karşılaşabileceği en güzel sitelerden biri. (KartalD'den sonra tabikisi)

Parantez içlerini saymazsak bu kadar lafa Uzman Tv sahipleri bizi de görür heralde =)

Disko

Disko denilince eminim sizinde aklınıza gelen ilk şey küçük ayna parçalarıyla kaplanmış parlak, dönen bir toptur. Toptaki aynalara doğrultulmuş renkli spot ışıkları etrafta küçük serseri yansımalar oluşturur. Bazılarına Okan Bayülgen'i, bazılarına da Shantel'in 2007 yılında çıkardığı Disko Partizani albümünde yer alan şarkıyı çağrıştırabilir. Belkide başka şeyleri.

Türkiye'de ilk diskoyu açan adam Tevfik Dölen, namı diğer Tefo. Tefo memlekete diskoyu yada diskotek'i 1964 yılında getirmiş. Diskotek plak dolabı anlamına gelmekteymiş.




Diskolar hayatımıza tabiki batı medeniyetlerinden etkilenerek girmiş. O zamanlar eşarpların bağlanış şekillerinden tutun ayağımızdaki çorabın rengine kadar hayatımızı etkileyen Avrupa, şimdi de bize diskotekleri sunmuş.

Aslında diskolar Avrupa'da 1970 li yıllarda fazlasıyla parlamaya başlamış ve Donna Summer, Bee Gees ve Abba bu patlamada büyük rol oynamışlar.

Yine 1970'lerde John Travolta'nın oynadığı Cımartesi Gecesi Ateşi filmi insanların gözünde diskoların ilgi odağı olmasında katkı sağlamış. Filmin müziğini de Yine Bee Gees yapmış.



1980'ler da diskoların popülaritesi düşmeye başlamış (Herkesin bi popisi vardır tabi ama bi yere kadar). 80'ler ve 90'lar da disko farklı tarzlarda gelişerek elektro dans, punk ve tekno müzik türleri oluşmuş. Günümüz Türkiyesinde de Apaçiler mi bu rolü üstlenmektedir acaba?

Asıl disko'nun kafama takılmasının nedenine gelince. Ulan durup dururken ne alaka disko falan ne ayaksın sen derseniz, gazeteleri incelerken "Kışlada 'disko cezası' kalkıyor" başlıklı bi haber gözüme ilişti. Malum nisanda askeriz. Duyduğuma göre bu disko olayı sakat bir uygulama. Baya bi efsane anlatılır bunun üzerine. Bildiğiniz gibi disko askerde disiplin koğuşu anlamına gelmektedir. Kaldırılması bana göre isabetli olmuş. İnsan haklarını sapına kadar ihlal eden bu uygulama yerine şimdi, firar, emre itaatsizlik, nöbet talimatlarına uymamak suçlarını işleyen asker cezasını odada değil, çarşı iznini garnizonda geçirerek çekecek.

Yazının sonunu geçmiş dönemlerden, internette dikkatimi çeken disiplin koğuşuyla ilgili başlıklarla getirelim.

* Diskoda komalık olan asker öldü!
* Bir askerin disko çığlığı!
* Disko'dan son dehşet hikayesi!
* Diskoda ölen askerlerin hesabını kim verir?
...


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...