4 Kasım 2012 Pazar

Rob McInnis (18 Fotoğraf)

Amerikalı fotoğraf sanatçısı Rob McInnis çektiği hayvan fotoğraflarıyla görülmeye değer bir çalışma ortaya çıkarmış, bana da sadece paylaşmak kalmış durumda.

Ancak insanlarda görebileceğimiz ifadeleri hayvanlarda görmenin verdiği tuhaflıkla beraber sizi sevimli dostlarımızla baş başa bırakıyorum.

Bu güzel aile bana; Mutluluk, hüzün, şımarıklık, alınganlık, şaşkınlık, şapşallık, asilik, yılışıklık, umutsuzluk, kendini beğenmişlik ve asalet gibi ifadeleri hissettirdiler. Bakalım size neler ifade edecekler.

 Hoşça vakit geçirmeniz dileğiyle..

Resimlere ulaşmak için tıklayın..

28 Ekim 2012 Pazar

E.coli



Escherichia coli, bugün kendisi hakkında fikir sahibi olma şansı elde ettim. Öğreniş şeklim aslına bakılırsa pek hoş olmasa da nasıl bir dünya da yaşadığımızı ve paranın aslında ne kadar da boktan birşey olduğunu tekrar hatırlattı. 

Vikipedi'den baktığım zaman Escherichia coli adlı bakterinin bizim daha çok bildiğimiz koli basiliyle aynı şey olduğunu ve bu koli basilinin de memeli hayvanların (buna insan da dahil) kalın bağırsaklarında yaşayan faydalı bir bakteri türü olduğunu gördüm. Ancak anladığım kadarıyla vücudumuzda zaten bolca bulunan bu bakteri türü, herhangi bir şekilde dışarıdan bünyeye girdiğinde insanı hasta edebilecek bir bakteri halini alabiliyor. Yani içinde bulundukları hayvana zarar vermezken, insana geçtiğinde hasta edebiliyor. Tabi bağışıklık sistemimizle de direkt alakalı. 

E.coli hakkında sanırım az da olsa bilgi sahibi olduk. Şimdi gelelim bu bakteriyle benim tanışmamın nasıl olduğuna. 

Bir internet sitesinde haberlere göz gezdirirken son derece leziz görünen bir döner resminin yanında "İnsan ve Hayvan dışkısı çıktı", " Bu rapor ülkede şok etkisi yarattı" şeklinde bir başlıkla karşılaştım. 




Son derece rahatsız edici, moral bozucu bir durum. Nasıl olabilir falan diye aklımdan geçenler, insanı insanlığından tiksindirecek düzeyde şeyler olduğunu söylemem herhalde yeterli olacaktır. Fazla ayrıntıya girmeye gerek yok.

Haberin içeriğini merak ettim etmesine ama bir yanım da boş ver açma, sil kafandan, böyle bir an yaşanmadı var say gibi telkinlerde bulundu bana. Dinlemedim tabiki ve açtım. 

Olay Hollanda'da gerçekleşiyor, "çeşitli büyük şehirlerde, farklı farklı işletmelerden alınan ekmek arası dönerlerde yapılan incelemelerde insan ve hayvan dışkısı bakterisine rastlanıldı" şeklinde başlayan haber tam bir gerilim filmi etkisi yaratıyor. Bir de işin can sıkıcı şöyle bir tarafı var. Hadi Hollanda'yı gördük diye kısmen bir rahatlama oldu diyelim ama döner ve Hollanda denilince bu işin içinde Türk parmağının olmadığını düşünmek imkansız. Haliyle oluşabilecek rahatlama hissinin gitmesi bir yana, bir de üstüne dışarıda zaten kötü olan imajın iyice sarsılacağının getirdiği iç acısı eklendi.

Haberin devamını incelediğimde bu berbat durum ve bu vahim haberin biraz sulandığını hissettim. "Tüketiciler birliği tarafından yapılan araştırmada, bağışıklık sistemi zayıf olan yaşlıların ve hamile kadınların döner yememeleri tavsiye edildi". 

Haberin geri kalanındaki cümleler, cümle içindeki kelimelerin yer değiştirmesinden ibaret.

Anlamadığım kısım yani haberin sulandığını bana hissettiren yer işte bu yaşlılar ve hamileler kısmı. Durumun vehameti eğer anlatıldığı gibiyse, yahu bok bu kimsenin yememesi lazım. Yaşlı değilim, hamile olma şansım da yok. Ne yapacağım? Boku yedik herhalde diye düşünmeden edemiyorum.

Ne oldu şimdi? Haber benim için havada kaldı. Verilen bilgi doyurmadı beni. Eğer gerçekten böyle bir durum mevz-u bahis ise yer yerinden oynaması lazım.

İşte tam burada medyanın gücü ve insanları yönlendirmekteki muhteşem yeteneği devreye giriyor. Şu anda inanın haber hakkındaki düşüncem ne, ben de net olarak bilmiyorum. Gerçekten başlıktaki kadar sıkıntılı bir durum da olabilir, son derece sıradan bir şeyin abartılarak önümüze gelmesi de. Bilmiyorum..

Aslında habere farklı açıdan baktığımızda ülkenin durumu da net bir şekilde görülüyor gibi. Memleketin gidişatına, oluşan gündemlere, açlığa, sefalete, yolsuzluklara, emekliye, öğrenciye, memura, çiftçiye, çalışana, çalışmayana baktığımızda; sonuçta boku yediğimiz ortada ama gazeteler açık şekilde ortaya koymuyor, koyamıyor.

Neden mi?

Böylesi daha çok ilgi çekiyor.  İlgi çektikçe daha çok kazanıyor. Gerisi de onu ilgilendirmiyor zaten.


Şimdi döneri yer miyiz, yemez miyiz orasını bilmem..






Memleketin hasta olduğu ortada, umarım ölmeden şu kendini faydalı gösteren zararlı bakterilerden kurtulabiliriz..




89. Yıllık Çınar




10. Yıl Nutku






Türk Milleti!


Kurtuluş Savaşı'na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun!

Şu anda, büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.

Yurttaşlarım!

Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki muvaffakiyeti, Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz; çünkü, daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz.

Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi, en geniş, refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız, daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur.

Çünkü,Türk milletinin karakteri yüksektir; Türk milleti çalışkandır; Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin, yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yakışan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette, hakikî huzurun temini yolunda, kendine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır.

Büyük Türk milleti!

On beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiç birinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, millî ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medenî âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır.

Türk milleti! 

Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. 

Ne mutlu Türküm diyene!

Ankara, 29 Ekim 1933



ATAM MEMLEKET NE YAZIK Kİ KANSER OLDU!


Emanetine sahip çıkamadık. Her geçen gün eriyor, bitiyor. Değerini kaybediyor. Hastalık yavaş yavaş her karış toprağa yayılıyor, kadrolaşıyor. Engel olamıyoruz, OLMUYORUZ!

Korku rüzgarları esiyor dağlarda, ovalarda.

Bu büyük millet bayramını ne yazık ki, "daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde" kutlamamız bazılarını rahatsız ediyor.

Halkın vereceği tepkileri engelleyebilmek için bu en büyük bayram çaktırmadan YOK SAYILMAYA ÇALIŞILIYOR!

Cmhuriyet; bağımsızlıktır, özgürlüktür, demokrasidir.

Bunun gereği olarak halk, yarın meydanları doldurarak umarım kazanımlarına sahip çıkacaktır. Tüm baskılara, zorbalıklara göğüs gererek bunu gerçekleştirmek, herkesin vatani görevidir.



Daha güçlü bir Türkiye olmak dileğiyle;

CUMHURİYETİMİZİN 89. YILI KUTLU, MUTLU OLSUN!


BU KADAR BASİT KAYBETMEYELİM!




25 Ekim 2012 Perşembe

An



 . 

En kısa zaman birimidir an. Bulmaca çözenler sıkça karşılaşırlar. Simsiyah karelerin içindeki iki küçük beyaz kareyi dolduran "A", "N". Yukarıda gördüğünüz nokta da, bu kağıdın tertemiz yüzeyinin bozulduğu, saflığını sonlandıran kalem darbesinin olduğu anı simgelemekte.

Hayat dediğimiz şey de zaten bu ve benzeri noktaların birleşimi sonucu ortaya çıkan, kimi zaman resim, kimi zaman da işte böyle bir yazıdır.

Alınan her nefes, kalbin her atışı, söylenen sözler, alınan kararlar.. Hepsinin evveli ve ahiri var ancak, ortak noktaları okun yaydan çıktığı o "an".

Hayatımızı "an" noktaları belirliyorsa eğer, her zaman silgiye sahip olamayacağımızı bilmeli ve hatta bazen silginin bile silemeyeceği kalemlerle "an" noktaları koymak zorunda kalabileceğimizi unutmamak gerekli.

Anları güzelleştirmek ve hayat kağıdının doğru yerlerine doğru noktalar koyabilmek için; noktanın rengine, büyüklüğüne, kalemin cinsine kısacası eylemin tüm yönlerini iyice tahlil ederek sağlıklı bir karara ulaşılmalı.

İnsana verilen düşünme yeteneği ile sahip olabileceğimiz en değerli şey, güzel anları unutmamak olsa gerek.

Güzel anlara sahip olmanız ve nice değerli an yaşamanız dileğiyle..




30 Eylül 2012 Pazar

Vedalar

Ben hüzünlü vedaların hep tek kalan yanıydım. 

Güzellikleri bırakıp gittim, döneceğim günleri hayal ettim.

Hep yarım kalple yaşadım ben, özledim ve sabrettim.

Geride kalanlara içim kan ağlasa da gülerek veda ettim.

Artık vedalara yeter diyorum;

Bundan sonra ne gitmek, ne de kalmak istiyorum..






18 Eylül 2012 Salı

Doğan Güneş

(16.09.2012 / BEYKOZ)


Karanlıklar içinden 
süzülüp gelen 
deniz Kartalıyım.


Rotamı belirledim, 
uzun süre bekledim.

Zamanı geldi 
karanlıktan ayrılığın, 
zaman artık 
aydınlığın..

Hedefim güneş,
bugün 

DOĞAN GÜNEŞ!...



Sonunda 

ÖZGÜRLÜK...





Geçmişi CanlandırAN

Yazıya Başlamadan Önce: Bazı yazılarımı paylaşırken, seçtiğim müzikle birlikte okumanızı arzu ediyorum. Bu yazı da işte öyle bir yazı. Ümit Yılmaz - Parmaklarımın Ucunda umarım dinleyerek okuma fırsatını yakalarsınız. Müziğe ulaşmak için tıklayın.



Güneşin ve yağmur bulutlarının kıyasıya çekişmesinde şu an için yağmur bulutları kazanmış görünüyor. Bugün gerçekten tuhaf bir gün. Buz gibi bir güne uyanıp, güneş kendini göstermeye başladıktan sonra ateşinden yeterince nasiplendim. Ardından hızla gelişen bir sağnak ve tekrar güneş.

Alnımdan akan ter damlası güneşi galip ilan etmek üzereyken, yere bir su damlası düştü ve ardından diğerleri kavuştu yeryüzüne.

Bu, gün boyu aldığım ikinci nefesti sanki. Öyle güzel gelmişti ki, doyasıya çektim içime. O an havanın kokusu her yağmur sonrası aldığım bu kokudan sonra hissettiğim tazelenme ve yüzümde oluşan ferahlık halini yaşatmıştı. Yalnız bu sefer beni düşüncelere itmeyi de başarmıştı.

Her yağmur başlangıcında hissettiğim kokuydu bu aslında ama, yine de bir farklılık varmış gibi de geliyordu. Bir süre sonra bu kokunun bana neyi hatırlattığını, geçmişi hatırlamanın verdiği sevinç ve güzel olan anların geride kalışını farketmenin hüznüyle birlikte anladım.

Derin bir boşluk ve özlem duydum içimde. Gözümün önünde beliren resimdeki mekanın şu anki konumumla hiç alakası olmamasına rağmen, bana neden çağrışım yaptığını düşünmektense bu özel anı yaşamayı tercih ettim.

Yağmur damlalarının çatıda oluşturduğu armoni artık kendini iyice hissettirir olmuş ve rüzgarın etkisiyle hışırdayan yapraklara müthiş bir ahenk ile ayak uydurmuştu. Ben o esnada kafamda beliren resmin içine girmiş heyecan ve arayışla etrafıma bakınıyordum. Herşeyi bu kadar net hatırlayışıma şaşırdım, gerçekten de bıraktığım gibiydi gördüklerim. Hiçbirşey değişmemişti, değişmemesi de normaldi zaten. Hayat içerisinde böyle bir an yaşanmış ve nedendir bilmiyorum bellek kütüphanesinin unutulmayacaklar bölümüne bir şekilde girmeyi başarmıştı. Şimdi aldığım bu koku, kütüphanenin fazla görünmeyen kısmındaki bu güzel resmi, aniden kayan bir yıldız gibi ön saflara çıkarmıştı.

* * *

Her tarafı, bahar gelince rengarenk çiçeklere ev sahipliği yapacak olan boş saksılarla süslenmiş, kocaman bir terastayım. Gökyüzünde karabulutlar var ama, bu güzel Ankara manzarasını gölgelemeyi başaramıyor. Ankara bu güne, yeni kıyafetler giyerek başlıyor. Servis kapları çoktan çeşit çeşit şekerler ve çikolatalar ile doldurulmuş bile. Evlerin camlarından sokaklara dolan börek, çörek kokuları, özlenenleri görecek olmanın sıcaklığını ve heyecanını taşıyor.

Cebimden çıkarttığım rengarenk şekerlerden hangisinin daha leziz olduğunu düşünürken, içeriden kahvaltı sofrasının hazırlandığını gösteren tabak ve çatal sesleri, şakalar ve gülüşmelerle karışıp gökyüzüne uçuyor.

Terasta gördüğüm her şey beni oyalıyor. Kahvaltıdan sonra nasıl vakit geçireceğimi düşünürken güzel bir sesin bana seslendiğini fark ediyorum. Dönüp baktığımda; küçücük bakımlı ayakları, hafif topuklu terliğin içinde, tombiş bacakları bembeyaz, küçük çiçeklerle süslenmiş pembe bir elbise ve süslü kısacık sarı saçlarıyla babaannem beni çağırıyor. "Hadi gel sofra hazır, bak yağmur da başlamış ıslanma"...

Gökyüzünden damlalar düşüp, terasta dağılmaya başlıyor. Muhteşem bir toprak kokusu. Her yağmurdan sonraki kokudan biraz farklı, özel bir koku.

Koşarak yanına gidip sarılıyorum, gıdıklıyorum ve kıkırdıyor. "İlahi çocuk"..

Beraber eve giriyoruz ve yağmur kokusu dışarıda kalıyor.


* * *

Kornaya basan bir araçla kendime geliyorum. Hayali sonlandıran araca nizamiye kapısını açarken, babaanneme duyduğum özlemle "iyi bayramlar" diyorum...





Aydınlığa karışan güzel beyaz kadına...















Not: Bayram yazısı biraz gecikmeli olarak paylaşıldı ancak malum söz konusu askerlik olunca yapılacak bir şey kalmıyor.









( 19.08.2012 / BEYKOZ )

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Teflon




Saat sabah 05:00'ı gösteriyor. Uykusuzlukla mücadele eden bedenim, son yüz metreye rakibiyle başa baş giren bir uzun mesafe koşucusunun gösterdiği gayreti ve hırsı son derece güçlü bir şekilde hissediyor.

Radyo Voyage'ın hafif müzikleri eşliğinde kapanmamaları için yoğun çaba harcadığım gözlerimi, rastgele herhangi bir noktaya dalıp gitmişken yakalıyorum.

Çalışmayan siyah beyaz bir televizyonun ekranında boş bakışlarla uykuyu arayan gözlerim, su ısıtıcısının çıkardığı "tık!" sesiyle bir an için kendine geliyor.

Sabahın nemli soğuğu artık içimi titretmeye başlamışken, kaynayan suyu usulca içine doldurduğum plastik bardaktan çıkan yoğun kahve kokusu, usulca kulağıma fısıldayan tok bir sesle kim olduğumu hatırlamamı sağlıyor adeta.

* * *

Zaman mefhumumu kaybettim artık. Burada geçirdiğim kim bilir kaçıncı gün?

Bugün günlerden ne? Beni buradan aldıklarında uyuyabilecek miyim?

Eski hayatıma geri döndüğümde hiç bir şey olmamış gibi yine aynı hayata kaldığım yerden devam edebilecek miyim?

Herşey bıraktığım gibi mi yoksa benden habersiz birşeyler değişti mi?

Eğer birşeyler değiştiyse, acaba burada olmasaydım değişimleri engelleyebilir miydim?

Neden değişimler beni bu kadar huzursuz ediyor?

Bilmiyorum...


Baktığım her yerde soru işaretleri belirmeye başladı. Cevaplarını şu an için bilmemin imkansız olduğu bu sorulardan kurtulmak için kapıyı sertçe açıp kendimi sabah soğuğunun içine atıyorum.

* * *

Soğuk ve berrak çam kokusu ciğerlerime dolarken gözlerim, önümde şuursuzca uçan yusufçuğa takılıyor. Göğe doğru yükselen yusufçuğu takip ederken, yeni yeni aydınlanan gökyüzünde, henüz kaybolmayan yıldızların arasında, usulca süzülen bir uçağın camından, bana el sallayan küçük bir çocuk olduğunu hayal ediyorum. Yüzümde oluşan tebessüm, uçağın dağın arkasına geçip yok olmasıyla, buruk bir şekilde ortada kalıyor.

Olduğum yerde kıpırdamadan uzaklara bakıyorum. Midemde başlayan hafif bulantı, başımın dönüşü ve sarhoş gözlerle etrafa bakışım yalnızlığın ve uykunun tekrar bedenimi etkisi altına aldığının göstergesi.

* * *

Tükendiğimi hissediyorum. Yıkılmaya niyetim yok. Hatta sanki bu halimi sevmeye başlıyorum.

Filmlerde yediği kurşunlara rağmen yıkılmayan bir kahraman gibi, sıkıntılara ve zorluklara karşı dik durmaya çalışıyorum.

Kahraman olduğuma kendimi iyice inandırıp; "Bu kadar yeter, artık içeri girme zamanı" dediğim anda, bomboş yolun sonundan gelen araç sesi; ıssız bir adaya düşüp, yaşam savaşı veren bir adamın kurtarıcısını gördüğü anda hissettiği, yorgun sevinci bir kez daha yaşıyorum.

* * *

İçinde olduğum araç dönüş yolunda ilerlerken, bir günü daha atlatmanın ruhuma verdiği tazeliği hissediyor, eskiden sünger olan vücudumun bir kısmının daha, teflon ile kaplandığını duygusuzca izliyorum...



( 17.08.2012 / BEYKOZ )

Sev"diğ"imli Rüya



İstanbul Boğaz Komutanlığı Umuryeri kışlasında, 1. Güvenlik Bölüğünün, 9. koğuşudaki 87 numaralı yatakta, yorucu geçen kolluk nöbetinin ardından, dinlenmeye çalıştığım birkaç saatlik uykunun tam ortalarındayken, içinde bulunduğum ruh halinin etkisiyle gördüğüm rüya şu şekilde;

Yaklaşık dört aydır göremediğim sevgilim Beyza'nın rüyamda karşıma çıkmasıyla, uykunun dinlendiricilik seviyesi oldukça yüksek bir değer kazanmıştı.

Rüyanın içinde olduğumun farkında olmayan ben için Beyza'yı görmenin sevinci, elinde tuttuğu hediye paketiyle daha da keyifli bir hal almıştı.

Hediye paketini bana uzatırken yüzünde beliren sıcak gülümseme, paketi alırken elime deyen ellerinin sıcaklığıyla son derece uyumluydu.

Böyle bir ahenge rüyada rastlamak olacak iş değildi.

Özenle yapıldığı belli olan hediye paketini, zarar vermeden açmak için çabalarken içimde çocuksu bir heyecan vardı. Paketin içindekini çıkarmaya yetecek kadarlık bir kısmını dikkatle açtıktan sonra son kez kafamı kaldırıp Beyza'nın yüzüne baktım ve vereceğim tepkiyi merak eden hınzır bir gülüşle karşılaştım.

Elimde tuttuğum paketin yumuşaklığı, içinde bir kıyafet olduğunu tahmin etmeme yardım ediyordu. Elimi usulca paketin içine soktum ve daha önceden çokça aşina olduğum bir dokuya sahip olan kıyafeti hissettim.

Artık boş kalan paketi yan tarafımdaki koltuğa bırakırken, sağ elimin üstünde kum rengi bir gömlek ve bir pantolon tuttuğumu görüyordum.

Gömleğin sağ cebinin üstünde soyadım yazılıydı.

O an zaman durdu, kafam karıştı, gerçeği sorgulamaya başladım..

Kaldırdım tekrar başımı, içten bir gülüşle beraber kırptım hızlıca sağ gözümü.

Beyza şımarık bir gülüşle karşılık verdikten sonra arkasına dönüp güzel ahşap dolabına yöneldi, bende tam zıt tarafta kalan metal dolabıma.

Soğuk dolap kapağımı açtım. Karşımda sağ cebinin üzerinde soyadımın yazılı olduğu yüzün üzerinde kum rengi gömlek ve pantolona bir yenisini daha ekledim.

Arkamı döndüğümde Beyzam elinde bir hediye paketiyle bana yaklaşıyordu. Artık arkasında kalan dolabının kapağını açık unutmuştu. Dikkatle baktığımda dolabın içinde 33 tane daha hediye paketi ve bir tane de uçak bileti vardı.

Beyza bana, ben Beyza'ya yavaş adımlarla yaklaşırke, benim içim biraz daha rahat, Beyza'nın yüzü de biraz daha mutluydu.

Huzur verici bir sesle "Yarın görüşürüz" derken, ben dolap kapağıma sertçe vuran bir el ve "koğuş kalk!" sesleriyle;

İstanbul Boğaz Komutanlığı Umuryeri kışlasında, 1. Güvenlik Bölüğünün, 9. koğuşudaki 87 numaralı yatakta yeni bir güne umutla ve heyecanla gözlerimi açıyordum.



Bugüne dek hayattan aldığım en güzel armağana olan özlemimle...




( 15.08.2012 / BEYKOZ)

Labirent

Koştuğum yarışın ilk etabının son engeli vardı önümde. Bu son adıma gelene kadar zor anlar yaşadıysam da, fazla yara almadan atlatmayı başardım. Son barikatın aşılamayacak bir yanı olmadığını biliyordum ve alacağım yaralara kendimi hazırlamıştım.

Aldığım bu karar, derin nefes alınarak atılacak cesaret dolu bir adım gibiydi.

Adımı attım atmasına ama pırıl pırıl aydınlık hava karardı birden. Yalnız değildim ama yalnızdım aslında. Kalabalıkların seslerinin yankılandığı boş bir labirentin başlangıç noktasıydım.

Küçücük bir noktaya dönüştüm. Üzerimde kocaman bir kalem ve onu tutan birbirinden farklı birçok el.

Dışarıdan bakanlara o kadar da uzun görünmeyen bu labirent, küçülüpte noktaya dönüşen ben için, ucunun aydınlık olduğunu düşünemediğim devasa bir tünel gibiydi.

* * *

Uzun zamandır buradayım. Karanlık koridorlardan geçtim. Arada bir kendine hayrı olmayan sokak lambalarına rastladım. İyice baktım etrafa.

Sokak lambalarına denk geldiğim anlardan birisini unutamayacağım;

Labirentin üstü açık bir koridorundaydım. Gökyüzünde yüklü yağmur bulutları, yerde çekirdek kabukları, bankların sırt dayama yerlerinde oturan birkaç gölge ve benden biraz uzakta hızla koşturan iki fare..

Yanık yanık türkü söyleyen genç bir ses bozuyordu sessizliği..

Sağda solda sararıp düşen yapraklar kıpırdamıyordu, tıpkı dans edercesine havada süzülmesine alıştığım, sigaramın dumanı gibi..

* * *

Daha sonra adım atmaya devam ettim, yine karanlıktaydım..

Sokak lambası gözden kayboldu..

Ben ilerledikçe arkamda bıraktığım hat gittikçe uzuyordu. Bana yön veren kalemi tutan eller biliyorlardı bu labirenti. Bildiklerini biliyordum çünkü daha önce binlerce defa yine bu yollardan geçmişlerdi. Benden sonra da daha binlerce kez geçeceklerdi aynı labirentten. Sadece kalemin rengi değişecekti..

* * *

Artık yolun sonuna yaklaştığımı biliyorum. Karanlık yolum aydınlanmaya başladı. Tünelin sonundaki ışık her geçen an daha da büyüyor.

Her geçen an daha da kendim olarak, olmaya çalışarak gidiyorum..

Geleceğe umutla bakarak, özlemle, hasretle koşuyorum hayata..

Nokta git gide büyüyor, güçleniyor, ilerliyor inançla, duvarları yıkarcasına..


Işık yakındır,

yakın...








( 11.08.2012 / BEYKOZ )

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Belki

Bomboş beyaz sayfalar bir şeyler söylemek istercesine önümde duruyorlar.

Çok bariz bir şekilde belli oluyor ki boş kalmak hoşlarına gitmiyor.

Tertemiz sayfanın ortasında beliren bir çift hüzün dolu göz, onlarla ilgilenmem için bana cesaret veriyor.

Derin bir nefes alıp kağıtların yanındaki mahzun kalemim elimde, bir şeyler karalamaya başlıyorum.

Bu yazılar kendi düşüncelerim mi yoksa kağıt ve kalemin beni esir alarak zorla yazdırdığı kendi hisleri mi bilemiyorum.

Kafam karışık, saçmalamak istiyorum. Saçma hareketler, saçma sözcükler kendimi bulunduğum ortama adapte olmuşum gibi hissetmemi sağlıyor.

Şu saçma ruh halimi anlatmaya çalışan cümleler, yıllar sonra sahip olduklarımın değerini anlayamadığımı hissettiğim zamanlarda, bugünleri hatırlatıp kendime bir çıkış yolu bulmama yardım edebilir.

Kim bilir belki öyle bir anda bu yazıyı okuduğumda, beni yazı yazmaya zorlayan boş kağıtlarım ve mahzun kalemime teşekkür ederim ve yüzümde bir gülümseme belirir..







(31.07.2012 / BEYKOZ)

Karanlık Fanus


En son, bir varmış bir yokmuş'la başlayan bir masalı, gözlerim kapalı dinlerken hatırlıyorum kendimi.

Masalın kahramanı; Masmavi gökyüzünü benek benek beyazlatan bulutların altında, özgürce uçan bir güvercin.

Güvercinin semada dans edişini izlerken kanadından kopan tüyle birlikte açıyorum gözlerimi.


İşte o tüy koptuğundan beri bu karanlık fanusta yaşıyorum.

Güzel bir masalla başlayan uykumda kabusun ortasına düştüm ve oradan oraya sürükleniyorum.

Ufacık camdan bir fanusun içinde gerçeği arıyorum.



Yüreğimdeki, 
şaha kalkmış kısrakla birlikte,
 elim kolum bağlı, 
güvercinden kopan tüyün, 
yere düşmesini bekliyorum..





(02.08.2012 / BEYKOZ)

Sudaki Çınar

Birbirinden farklı hayatların zorla buluşturulduğu noktadayım.

Ezberlerin bozulduğu bir dünya burası ve bütün kurallar yeniden yazılmış sanki. Kısacası mantık buraya hiç uğramamış.

Saate baktığımda akşam üzeri 6'yı gösteriyor. Ben yine tek başıma, daha önce kaç kere aynı şeyi yaptığımın farkında bile olmadığım yerdeyim.

Kırmızıya sonradan boyandığı fazlasıyla belli olan bir bankta oturuyorum. Yanımda bir ceviz ağacı var. Tüm heybetiyle yanımda duruyor. Sessizliğe dalmış o da, birşeyler düşünüyor belli ki.

Karşıma baktığımda birçok ağacın içerisinde kendisini hissettiren, güçlü, ulu, kahin görünümlü bir çınar ağacı. Belli ki görmüş geçirmiş.

Bu zor günlerimde rahatlayıp, yaşamı bana hatırlatan sayılı güzellikten biri.

İleride, geçmişte kalacak bu günlerime dönüp baktığımda, kesinlikle kafamda belirecek fotoğraf karelerinin başında bu ulu çınar ağacı olacak.

Önümde simsiyah asfalt bir zemin ve üzerinde sigara izmaritlerinin yüzdüğü küçük bir su birikintisi. Durgun olan su son derece huzurlu görünüyor.

Oturduğum yerden suyu incelerken içinde barındırdığı huzurun sebebini fark ediyorum. Suyun yüzeyine yansıyan görüntüde ulu çınar ağacının suretinin oluşu yüzümün gülmesini sağlıyor.

İşte yine sıkılan ruhumun yaşamdan derin bir nefes aldığı güzel bir an.



Karşıtlıklar ve karışıklıklar içinde huzuru aramak. Burada huzura rastlamak zor. Ama zor da olsa yakalanan o küçük anlar, benzersiz bir dokunuşla okşuyor ruhumu.

Burası hüznün yuvası. 
Birbirinden farklı hayatların yontularak ortaklaştırıldığı yer.

Burada her şey gerçek 
ve
 burada her şey sahte.

Tıpkı çınar ağacının sudaki yansıması gibi...




Sevgi ve Hasretle..


7 Temmuz 2012 Cumartesi

Esirken Özgürüm




Ben esirim, sense özgür..

Esirken anlamazsın özgürün halinden, tıpkı özgürün esiri anlayamayacağı gibi.

Özgürlüğün sıradanlıkları esaretin hayalidir çoğu zaman.

Esaret, karanlıklar içinde renksiz, özgürlük ise rengarenk bir gök kuşağı.

Sen esirken, değer verdiklerin özgürse eğer; onları karanlığa çekmektense, gözlerin açıkken göremediğin renkleri, gözlerini kapadığında onların gözünden görebiliyorsan, kocaman bir hazineye ulaşmışsın demektir..

Esarete düşüp de böyle bir hazineyi aramak zorunda kalmamanız dileğiyle..


1 Temmuz 2012 Pazar

Dikkat!



Başla selamlama yapılacak!

Dikkat!

Selam herkese;

Kafamda kep veya miğfer olmadığına göre sizi ancak bu şekilde selamlayabilirim.

Askerliğimin tam ortasını yaşadığım günlerde sivil hayatıma dair özlemediğim hiç birşey olmaması, haliyle blog sayfamı da fazlasıyla özlediğim anlamına gelmekte.

Askerliğin şimdiye kadarki kısmında sürekli bir şeyler yazıp çizmek isteyen bünyemi ancak bu ana kadar dizginleyebildim. Dizginledim çünkü yazı yazmak bir şeyler üretmektir, bir yazıyı oluşturmak için hayal kurmak, düşünmek gerekli. İşte bu noktada yazı yazmak askerlik yapan inan için tehlikeli bir durum haline dönüşüyor.

Askerlik denilen olayı eğer rahat geçirmek istiyorsanız söylendiği gibi mantığı teslim olmadan önce güvenilir birine emanet etmeniz gerekli. Hatta mümkünse beyninizi çıkarıp güvenli bir kasaya kitlemek en güzel yöntem.

Yalnız beyninizi kitlediğiniz kasanın şifresin boynunuza falan asın ki çıktığınızda boş kalan kafatasının doldurmak için birşeyler aramak zorunda kalmayın.

Velhasılıkelam beyniniz askerde pek bir işe yaramıyor.

Ben beynimi bırakmadan girdiğim için, sivil hayatı anımsatacak şeyleri hem yapmak istiyorum, hem de buradaki hayatımı daha da fazla zorlaştıracağını bildiğimden, mümkün oldukça kaçıyorum.

Neyse, gün itibariyle şafağım 78. 78 Karabük'ün plakası. Plakaları saymak çoğu uzun dönem askerin rüyalarını süsleyen anlatılmaz bir mutluluk. Biz de kısa dönemler olarak epeyce bekledik açıkçası. Plaka saymak, Türkiye haritası karalamak en büyük eğlencemiz. Varın gerisini siz düşünün.

Bazen sinirlenip, bazen isyan edip, çoğu zaman gülerek, uyku için fırsat kollayıp, özlediklerine, sevdiklerine kavuşmanın hayaliyle geçiyor işte günler.

Askerlikte şimdiye kadar en çok duyduğum cümle, buradaki durumu kesinlikle çok güzel anlatıyor;
"Yapacak bişey yok, ASKERLİK!"

Gerçekten de öyle. Bu cümleyi kabullenmek o kadar da kolay olmuyor ama hazmettiğin zaman her şey çok daha rahatlıyor.

Askerlik üç kelimeyle "sabretmek", "itaat etmek" ve "ÖZLEMEK"! olarak tanımlanabilir.

Askerliğin insana neler kattığı veya neler aldığı epey tartışılabilir. Benim acı bir şekilde gördüğüm ülkenin sandığımdan da kötü halde olduğu.

Kısa dönem askerler ve uzun dönem askerler arasındaki mesafe, 5 ay ve 15 ay arasındaki mesafeden çok daha fazla ve aradaki farkı kapamanın yolu kesinlikle askerlik değil.

Ülkenin her yerinden gelen insanların toplandığı birlikleri uzaktan bakarak incelediğimizde geleceğin ne kadar da karanlık olduğunu fazlasıyla anlamamıza yetiyor.

Türkiye'nin Karşıyaka'dan göründüğü gibi olmadığını biliyordum ama bu kadar olmaz dedirtecek boyutlarda olduğunu ne yazık ki öğrendim.

Yazıktır ki bu enkazın kolay kolay kaldırılamayacağını bilmek en fenası.

Bulunduğum yerde okumuş adam sayısı %10 bile değilken ve burayı Türkiye'den alınmış bir kesit gibi düşündüğümüzde, biz daha mevcutlara yetemez iken hala en az 3 çocuk ve kürtaj cinayettir gibi söylemleri söyleyebilmek tam bir akıl tutulmasıdır.

Hal bu iken askerliğin resmen bir insanlık suçu olduğunu kime nasıl anlatacaksınız?!

Sorunlara çözüm üretmek yerine gözlerini milletin uçkuruna dikip daha fazla çocuk üretmeye çalışan yöneticiler olduğu sürece; şehit cenazeleri başında ağlayan daha nice Generaller  görürüz..




Saygılar..
ONBAŞI




20 Mart 2012 Salı

Gün Işığı

Yaşamın kaynağı su ve gün ışığı. Gerisi teferruattır.

Suyun gücüne karşı konulmaz, güneşin ışığı hiç solmaz.

Suyun ve gün ışığının uyumundan doğar bahar.

Bahar dünyanın uyanışı, bahar yeniden canlanış, yeni bir başlangıç. Aydınlık, neşeli, bereketli, sıcak günlerin habercisi.

Baharın ilk günü, en az 3000 yıldır kutlanır. Kökeni Pers'lere dayanır. İran ve Bahai takvimlerine göre yılın ilk gününü temsil eder. Aslında belli bir günü yoktur, değişik toplumlarda baharın gelişine göre benzer zamanlarda kutlanır.


Her dilde adı farklı, anlamı aynı.

Nevruz, noruz, newroz, navruz, nowruz, naurız, nooruz, novruz, navrez...

Yeni gün, gün ışığı.

Ne fark eder zaten isimler, ne fark eder günler. Önemli olan baharı karşılayan gülen yüzler..


Gerçek demokrasiye ulaşmanın formülü; hakça, kardeşçe yaşamanın anahtarı, özgür düşüncelerden ve hoşgörüden geçer. Düşünmek insana mahsus, özgürlük doğanın kanunu. Dünyanın sıkıntısı kısıtlamalar ve hoşgörüsüzlük.

Birbirini anlamayan, anlamaya çalışmayan, baharı karşılama bayramını bile amacından saptıran bir toplum olmayı nasıl başardık?

Ne yazık ki 3000 yıldır kutlanan gün ışığı bayramı artık; barış yerine savaş, neşe yerine keder dağıtıyor.


Özgürlük ve demokrasiye inanmayanların, özgürlük ve demokrasi uğruna yaptıkları açılımların kaçınılmaz sonunu yaşıyoruz...


Adil, demokratik ve özgür bir ülkede, halkların kardeşçe el ele karşıladıkları baharları görmek dileğiyle..



17 Mart 2012 Cumartesi

Kum Saati

Zaman, ne zaman başladı bilinmez, aslında bilinmesinin de imkanı yok. Çünkü her başlangıcın doğumuna, daha önce doğan bir başlangıç sebep. Zaman; sonsuzluğun ölçüm birimi, ne başlangıcı var ne de sonu.

Zaman, hiç durmayan, her şeyi bilendir. Güçlüdür, sinsidir. Görünmez belki ama ona direnen çıkamamıştır bu güne kadar. Her savaşın galibi, her yarışın hakemi, her davanın hakimi sadece zamandır. Adil midir tartışılır ancak kazananı da kaybedeni de o belirler.

Zaman tuhaf şey, algılaması imkansız. Hayat zamanın küçük bir parçası, sonsuz çizginin renkli kalemle çizilen kısmı. Kazananı zaman olan bu renkli yarışta bizlerse, çizginin üzerine kendi rengimizle adımızı yazmaya çalışan küçük zaman birimleriyiz.

Hayatta kalabilmek mücadele gerektirir. Nefes almak hayatta olmak demektir. Yokluğun içinde aldığımız her nefes bize yaşamın getirdiği bir müjde gibi görünse de aslında, ömrümüzün kum saatinden düşen kumlardan farklı değildir.

Zamanın parçası olan hayatta, ne kadar kalacağımıza sadece zaman karar verir. Aldığımız ilk nefesten hemen önce kum saatimizi dolduran zaten yine zamanın kendisidir.

Zaman sonsuzluğun görünen kısmı, ne kadar göreceğimiz ise kum saatimize bağlı. Yaşam zaten boşluktan ibaret, tükenen kum saatleri de elbet bir yerde birikecek.


Özlemek ve beklemek. Kum saatlerinin yeri, kumlar bitince görünecek...

Yaşam belki de, bittikçe ters dönen kum saatlerinin kısır döngüsünden ibaret...


Hiç bir kum tanesini boşa harcamamanız dileğiyle..





13 Mart 2012 Salı

YetenekSizsiniz

Dünyanın en güzel konumuna sahip ülkesiyiz,

Memleketimizin dünya üzerinde göller ve adalar dahil işgal ettiği toplam gerçek alan 814.578 km2,

2011 yılının verilerine göre tam olarak 74.724.269 kişilik büyük ve çoğunluğu genç olan bir nüfusa sahibiz.


Ülkede;

İşsizlik her zamankinden fazla,

Dünyanın en pahalı benzinini kullanıyoruz,

Enflasyon yok söylemine inanıp, cebimize inanmıyoruz,

Adalete olan güven sıfır,

Medya tarafsızlığını kaybetmiş,

Muhalif düşüncelere tahammül yok,

Irkçılık aldı başını gitti, kardeş kardeşe düşman,

Bir gözümüz AB'ye diğeri Araplara bakıyor, riyanın dibine vurmuşuz,

Kendi sorunlarımızı bırakıp başkalarının iç işlerine burnumuzu sokuyoruz,

Demokrasiyle yönetildiğimizi söyleyip kendimizi kandırıyoruz,

Eğitim sistemimize yeni bir taktik arıyoruz, hacıları hocaları arttırmak için dörtlerin arasına artılar sokuyoruz,

Sağlık sistemi sağlıksız,

Katliamlar zamanaşımından öteye gidemiyor, failleri kayıp, vicdanlar yaralı

Meclis zaten dingonun ahırı,

Memleketin yarısından fazlası açlık sınırında.



Tüm bunlara ve daha fazlasına rağmen bu ülkede yaşayabilmenin inanılmaz yeteneğine sahipken biz, Türkiye'nin en yeteneklisi MAX isimli köpek seçiliyor..


Yeteneği de itaat etmek.


Bu ülkede olanlara rağmen yaşayabiliyorsanız YETENEK SİZSİNİZ!

Bu sıkıntılara rağmen ses çıkarmayıp, Max gibi itaat ediyorsanız eğer YETENEKSİZSİNİZ!


Max'i birinciliğinden dolayı kutlar, başarılarının devamını dilerim..


Uykuya Bakış

Uyku ne güzel şey. Vazgeçilmez tatlı gerçeğimiz. Fazlası da aptallaştırır insanı ama olmadan olmaz. Uyku dinç tutar, uykusuzluk yıpratır. Soğuk yatağa girmenin huzursuzluğu pek hoş olmasa da sabaha karşı vücut sıcaklığına gelmiş hali paha biçilemezdir. Hele ki erken kalkmanız gerekliyse daha da bağlanırsınız yatağa.

Bir de herkesin en rahat ettiği yatış şekli vardır. Eller yastığa sarılmış, bacağın biri dizden kırılarak yana doğru açılmış yatış biçimi benim favorimdir mesela. En sevmediğim de oturarak uyumaya çalışmaktır. Uyumak demiyorum, uyumaya çalışmak. Özellikle otobüs seyahatlerinde karşılaşılan durumdur bu. İnsan kafasını nereye koyacağını şaşırır. Uyku bastırır, gözler kapanır, tam dalmak üzereyken kafa, freni patlamış kamyon gibi aşağıya salıverir kendini. Çene tam göğüse çarpacakken geliriz kendimize, tek gözümüzü zorla açarız. Hoş, o da şaşı bakar ama yine de inatla uyumaya çalışırız. Kaldırırız kafayı yeni baştan büyük bir kararlılıkla. Yolculuk bitene kadar bu böyle devam eder. Bu savaşta yenik düşme olasılığı da oldukça fazladır. Bu durumda uykunun en derinlerinde gezerken kafanın ne halde olduğunun farkına bile varmayız. Tabi uyandığımızda bir kaç gün sürecek boyun tutulması da o uykunun bize çıkardığı acı faturadır.

Gece su içer misiniz bilmem. Ben genelde içerim, her zaman değil ama. Bazı geceler yatmadan önce yanıma su almayı unuturum. Uyku ve susuzluk arasında seçim yapmamı gerektirecek durum işte bu zaman oluşur, çünkü en çok su almayı unuttuğum geceler susarım ben aslında. Uykunun en tatlı yerinde susuzluktan kıvransam, sağımdan soluma dönmeye bile üşenirken nasıl olur da mutfağa giderim. Çok zor bir karardır bu, Morpehus'un kırmızı ve mavi hapları gibi birini seçmek gerekir. Bir tarafta uykuyu iki dakikalığına kesmek, diğer taraftaysa suyun boğazdan mideye gidişini hayal ederek uyumak.

Gece bir an olsun uyandınız, öyle çok da soğuk bir hava yok diyelim, uykunun kalitesini arttırmanın bir numaralı formülü yastığı ters çevirmektir kesinlikle. Isınan taraf gider, serin ve mutluluk veren yastık değer buruşan yüzünüze. Uykunun kalitesini arttırır resmen.

Sanırım erkekler daha çok sever yatağın soğuk kalan taraflarını. Tertemiz bir yatağın içinde vücudun pek ulaşamadığı noktalar genellikle serin kalır. Belki ilk girişte bu soğukluk itici gelebilir ama sabaha karşı ısınan yatakta soğuk kalmayı başaran kısımlar çöldeki bir vaha gibidir. Hayat verir insana, başka bir boyut katar uykuya.

Millet olarak severiz uykuyu, tembelliğimiz de buradan gelir. Akdeniz ikliminin etkisi kesinlikle en önemli faktördür. Uyku konusunda siesta yapanlarla yarışamayız belki ama ayakta uyumakta üstümüze yoktur. Hem ayakta uyur hemde rüyalar görürüz. İktidarı da muhalefeti de rüyalarda yaşar memleketimde.

Rüyalara girersek hiç çıkamayacağız işin içinden. En iyisi bitirmek. Bugün de böyle olsun. Yazılabilecek başka şeyler de mevcuttur illaki uyku hakkında. Ne yapalım onlarda başka zamana..

İyi uykular =)

12 Mart 2012 Pazartesi

Misket

Yoğun yağışın ardından sokakta sadece su birikintileri ve çamur vardı. Kaldırımın kenarında, simsiyah saçları alnına düşmüş, kömür gibi gözlerinde ışık parlayan mutlu bir çocuk oturuyordu. Küçücük avucunda sıkı sıkı tuttuğu bir şey vardı. Bakmaya bile kıyamıyordu ona, hayatında sahip olduğu en güzel oyuncaktı çünkü.

Annesi yollamıştı onu dışarıya, "Koş oğlum kepenkler kapanmadan bakkaldan ekmek al da gel, acele et ama fazla oyalanma" demişti. Kendisine gülen gözlerle bakan bir tek annesi vardı bu hayatta. Bunun farkındaydı, o yüzden annesinin sözünden çıkmazdı asla.

Fırladı çıktı küçük oğlan, sessizlik hakimdi sokakta. Kimseler görünmüyordu etrafta, fırtına öncesi sessizlikti bu. Daha önceleri de olmuştu böyle. Odasındaki küçük pencereden izlemişti bir keresinde, çok korkmuştu olanlardan. Koşar adımlarla bakkala doğru yola koyuldu. Kafasını öne eğmiş, etrafa bakmadan ürkek ama kararlı bir şekilde ilerledi hedefine.

Çamurlara bata çıka gidiyor, yırtık ayakkabısının içi her adımda biraz daha ıslanıyordu. Tam bakkala gelecekti ki çamur yığının arasından parlak bir misket göz kırptı. Durdu aniden, kitlendi miskete, şaşırdı. Etrafına baktı yavaşça, kimsenin görmediğinden emin olduğu anda, avını yakalamak için pike yapan yırtıcı bir kuş gibi kaptı misketi küçük parmaklarıyla.

Hayat durdu o anda, sevgiyle bakıyordu misketine, mutluydu. Yolun kenarına geçti, ıslak kaldırıma oturuverdi. Sıktı avucundaki parlak misketini..

Mahallede çok fazla arkadaşı olmasına rağmen onlarla pek anlaşamaz, daha çok yalnız kalmayı severdi. Diğerlerinden farklı olduğunu hissediyordu. Aşağı yukarı aynı yaştaydılar ancak onlarda kendinde olmayan bir hal vardı. Saftı bu çocuk, temiz kalmayı başarmıştı bu kirli sokakta. Fazla söz dinlemez, diğer çocuklar gibi büyük ağabeylerin dediklerini yapmazdı. Çocuk gibi çocuktu aslında, tuhaf olan o değil arkadaşlarıydı.

Hayaller kuruyordu kaldırımda. Kim bilir ne kadar zamandır oradaydı, farkında değildi. Ayakları sırılsıklamdı, kıçı da ıslanmıştı artık iyice. Avucundaki kendi gibi küçük ve parlak top ısıtıyordu onu. Misketi vardı sadece aklında.

Bakkalın kapadığı kepenk deldi sessizliği birden. Acı bir yakarış gibiydi bu, titredi kendine geldi küçük oğlan. Her taraftan yüzleri kapalı adamlar çıkıyordu şimdi sokağa. Ellerinde taşlar, sopalar, yanan şişeler vardı. Adamlar yolun ortasına araba lastiklerini taşıyıp yaktılar, bağırıyorlardı hep bir ağızdan. Her şey bir anda oldu, kıpırdayamadı bile yerinden çocuk, korkak gözlerle baktı etrafa, neler olacağını kestiremiyordu. Şimdi tek derdi misketini koruyabilmekti.

Uzaktan polis arabaları göründü, koca koca makineler yaklaşıyordu yavaş yavaş. Siren sesleride eklenmişti artık gürültüye. Arada sırada bir şeyler patlıyordu, sesin nereden geldiğini çözemedi hiç bir zaman.

Polis iyice yaklaştığında, arkadaşları çıktı ortaya. Yüzleri kapalı adamlar kaçmış, çocuklar kalmıştı artık sokakta. Ellerine ne geçiyorsa atıyordu çocuklar. Hedefi tutturanlar kahkaha atıyor, gözleri parlıyordu. Sanki bir oyundu bu, ama hala korkuyordu.

Bizim çocuk kıpırdamadan duruyordu sokağın ortasında, elinde sıkıca tuttuğu oyuncağıyla. Sırtına çarptı çocuklardan biri, düştü yere. Fırladı elinden parlak misketi, saplandı çamura. Yüreği sıkıştı, boğazı düğümlendi. Ayağa kalkıp alana kadar küçük bir el yakaladı misketi, fırlattı ateşin içine..

Durdu zaman, kesildi sesler. Bağıramadı bile, ağladı sessizce çamurun içinde.



Küçük oğlan şimdi, demirden bir kafeste annesini özlemekte. 

Kaybettiği misketini arıyor bide,
misket gözleriyle..





10 Mart 2012 Cumartesi

Yolun Sonunda

Kolundan parmağına doğru hızla ilerleyen kırmızı bir çizgi, parmağının ucunda durdu. Gücünü topladı, dinlendi, büyüdü, gözünü kararttı ve atladı. Kocaman kırmızı bir damla, süzüldü havada, hızlandı, o esnada neler hissetti bilinmez sonunda kavuştu toprağa. Dondu kaldı orada, bu senin toprağa attığın kim bilir kaçıncı imza..

Başardın ama çokça da yara aldın. Her tarafın yara bere içinde. Vücudunda, ağdalı ağdalı akan kanların sıcaklığı. Mutlusun, kimsenin yapamadığını yaptın. Karanlıkların içinden geldin, yeni bir yol açtın aydınlığa. Yolun üzerinde binlerce kırmızı nokta.

Meraklı bakışlarla kıpırdamadan inceliyorsun etrafı. Uzun süredir kalbinin üstünde dört nala koşan kısrak artık durmak üzere, ama hala adımlarını hissettiriyor. Hedefe ulaşmanın verdiği dinginlik başını dik tutuyor, muzaffer bir komutan gibisin. Bacaklarında belli belirsiz bir titreme var fakat yıkılmaya niyeti yok, direniyor inatla.

Engel yok artık önünde, ufka bakıyorsun, huzur dolu için. Ellerindeki kelepçelerden kurtuldun, prangalar takılan ayakların artık özgür, dikenli tellerden geçmek de yok bundan sonra. Karanlığı bıraktın arkanda, önünde artık uçsuz bucaksız güneşli, yemyeşil bir ova.

Korkmadın hiçbir zaman, doğru bildiğin yoldan ayrılmadın. Evet acı çekmesine çektin ama bir an olsun yönünden sapmadın. Aşmayı başardın engelleri, kendini feda ettin, gücün tükendi, durdun.

Açtığın kızıl yolun sonunda önce çöktün dizlerinin üstüne, kapadın gözlerini,

yüzünde hafif bir gülümseme.. 

Hayalindeki fotoğrafı gördün o anda.

Aydınlık, güzel bir dünya;

Son dikenli telin ardında..



Durdu kalbindeki kısrak, uzandın yere, yüzünde gülümseme.. Vücudun şimdi uzun kızıl yolun sonunda, ardından geleceklere güneşi gösteren bir ok gibi yerde.

Ruhun yeşile çoktan karıştı bile..







6 Mart 2012 Salı

Rastlantı

Karanlıktır benim odam ve serin havaları severim..

Beklemek ve ışığı özlemek hayatımın bir parçası, alıştım artık.. Güneşi pek görmem, görmeyi de pek istemem aslında. Sokağa çıktığım zamanlarda genelde güneş olmaz, çoğu zaman bir bulutun arkasına saklanır. Güneşi ancak etkisizse sevebilirim. 

Sıcak ve nemliyse havalar, bil ki karanlıklar içindeyimdir ben, görünmem kimselere. Unutulduğumu bilirim, özlerim ışığı ama ses etmem, sabırla dönmeni beklerim. Şikayet edemem, sıcak havalarda çekilmez olurum biliyorum. Yük olurum, ayak bağı olurum. Bu yüzden sevmem sıcak yaz aylarını. 

Benim mevsimim kıştır! 

Yalnız değilim ama, vardır benim gibiler. Soğuk günlerin adamıyım ben, sevgi doluyum, sıcacık sarılırım sana. Kokun yapışır üstüme. 

Serin havaları severim ben, mutlu olurum soğukta.. Üşümesine üşürüm ama kalbim hep sıcaktır.

Konuşamam, konuşmam.. İşin düşüp de geldiğinde, dargın da olsam biliyorum yine ısınacak kalbim bana sarıldığında. 

Neyse söylemek istediğim başka şey aslında..

Geçen kış senle gittiğimiz bir bar vardı, hatırlar mısın bilmem. İşte orada tanıştım onunla. O da benim gibi yalnız bırakıldığı için huzursuzdu, üzgündü. Ta kapıdan girerken fark ettim ben onu. Şansım da yanımdaydı, o kalabalığın içinde geldi yapıştı sırtıma..

Kırmızıydı rengi, çok güzeldi..

İlk defa senin kokundan başka bir kokuya bağlandım. Sana bağlanmak gibi değildi bu, tuhaftı, bambaşkaydı..

Heyecanlıydım, onu tekrar görememekten korkuyordum, umutsuzdum, mutsuzdum..


Ve bir mucize oldu, nasıl olur bu hala inanamıyorum.


Vestiyer de geçirdiğim o gece; sen de,ben de, aynı kokuya aşık olduk..

 

Bu söylediklerimi duyamayacağını biliyorum, ama yine de sana teşekkür etmek istiyorum. 


Sayende artık yaz aylarını da seviyorum..


Karanlık küçük odasında seni bekleyen dostun,
Palto..



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...