20 Mart 2012 Salı

Gün Işığı

Yaşamın kaynağı su ve gün ışığı. Gerisi teferruattır.

Suyun gücüne karşı konulmaz, güneşin ışığı hiç solmaz.

Suyun ve gün ışığının uyumundan doğar bahar.

Bahar dünyanın uyanışı, bahar yeniden canlanış, yeni bir başlangıç. Aydınlık, neşeli, bereketli, sıcak günlerin habercisi.

Baharın ilk günü, en az 3000 yıldır kutlanır. Kökeni Pers'lere dayanır. İran ve Bahai takvimlerine göre yılın ilk gününü temsil eder. Aslında belli bir günü yoktur, değişik toplumlarda baharın gelişine göre benzer zamanlarda kutlanır.


Her dilde adı farklı, anlamı aynı.

Nevruz, noruz, newroz, navruz, nowruz, naurız, nooruz, novruz, navrez...

Yeni gün, gün ışığı.

Ne fark eder zaten isimler, ne fark eder günler. Önemli olan baharı karşılayan gülen yüzler..


Gerçek demokrasiye ulaşmanın formülü; hakça, kardeşçe yaşamanın anahtarı, özgür düşüncelerden ve hoşgörüden geçer. Düşünmek insana mahsus, özgürlük doğanın kanunu. Dünyanın sıkıntısı kısıtlamalar ve hoşgörüsüzlük.

Birbirini anlamayan, anlamaya çalışmayan, baharı karşılama bayramını bile amacından saptıran bir toplum olmayı nasıl başardık?

Ne yazık ki 3000 yıldır kutlanan gün ışığı bayramı artık; barış yerine savaş, neşe yerine keder dağıtıyor.


Özgürlük ve demokrasiye inanmayanların, özgürlük ve demokrasi uğruna yaptıkları açılımların kaçınılmaz sonunu yaşıyoruz...


Adil, demokratik ve özgür bir ülkede, halkların kardeşçe el ele karşıladıkları baharları görmek dileğiyle..



17 Mart 2012 Cumartesi

Kum Saati

Zaman, ne zaman başladı bilinmez, aslında bilinmesinin de imkanı yok. Çünkü her başlangıcın doğumuna, daha önce doğan bir başlangıç sebep. Zaman; sonsuzluğun ölçüm birimi, ne başlangıcı var ne de sonu.

Zaman, hiç durmayan, her şeyi bilendir. Güçlüdür, sinsidir. Görünmez belki ama ona direnen çıkamamıştır bu güne kadar. Her savaşın galibi, her yarışın hakemi, her davanın hakimi sadece zamandır. Adil midir tartışılır ancak kazananı da kaybedeni de o belirler.

Zaman tuhaf şey, algılaması imkansız. Hayat zamanın küçük bir parçası, sonsuz çizginin renkli kalemle çizilen kısmı. Kazananı zaman olan bu renkli yarışta bizlerse, çizginin üzerine kendi rengimizle adımızı yazmaya çalışan küçük zaman birimleriyiz.

Hayatta kalabilmek mücadele gerektirir. Nefes almak hayatta olmak demektir. Yokluğun içinde aldığımız her nefes bize yaşamın getirdiği bir müjde gibi görünse de aslında, ömrümüzün kum saatinden düşen kumlardan farklı değildir.

Zamanın parçası olan hayatta, ne kadar kalacağımıza sadece zaman karar verir. Aldığımız ilk nefesten hemen önce kum saatimizi dolduran zaten yine zamanın kendisidir.

Zaman sonsuzluğun görünen kısmı, ne kadar göreceğimiz ise kum saatimize bağlı. Yaşam zaten boşluktan ibaret, tükenen kum saatleri de elbet bir yerde birikecek.


Özlemek ve beklemek. Kum saatlerinin yeri, kumlar bitince görünecek...

Yaşam belki de, bittikçe ters dönen kum saatlerinin kısır döngüsünden ibaret...


Hiç bir kum tanesini boşa harcamamanız dileğiyle..





13 Mart 2012 Salı

YetenekSizsiniz

Dünyanın en güzel konumuna sahip ülkesiyiz,

Memleketimizin dünya üzerinde göller ve adalar dahil işgal ettiği toplam gerçek alan 814.578 km2,

2011 yılının verilerine göre tam olarak 74.724.269 kişilik büyük ve çoğunluğu genç olan bir nüfusa sahibiz.


Ülkede;

İşsizlik her zamankinden fazla,

Dünyanın en pahalı benzinini kullanıyoruz,

Enflasyon yok söylemine inanıp, cebimize inanmıyoruz,

Adalete olan güven sıfır,

Medya tarafsızlığını kaybetmiş,

Muhalif düşüncelere tahammül yok,

Irkçılık aldı başını gitti, kardeş kardeşe düşman,

Bir gözümüz AB'ye diğeri Araplara bakıyor, riyanın dibine vurmuşuz,

Kendi sorunlarımızı bırakıp başkalarının iç işlerine burnumuzu sokuyoruz,

Demokrasiyle yönetildiğimizi söyleyip kendimizi kandırıyoruz,

Eğitim sistemimize yeni bir taktik arıyoruz, hacıları hocaları arttırmak için dörtlerin arasına artılar sokuyoruz,

Sağlık sistemi sağlıksız,

Katliamlar zamanaşımından öteye gidemiyor, failleri kayıp, vicdanlar yaralı

Meclis zaten dingonun ahırı,

Memleketin yarısından fazlası açlık sınırında.



Tüm bunlara ve daha fazlasına rağmen bu ülkede yaşayabilmenin inanılmaz yeteneğine sahipken biz, Türkiye'nin en yeteneklisi MAX isimli köpek seçiliyor..


Yeteneği de itaat etmek.


Bu ülkede olanlara rağmen yaşayabiliyorsanız YETENEK SİZSİNİZ!

Bu sıkıntılara rağmen ses çıkarmayıp, Max gibi itaat ediyorsanız eğer YETENEKSİZSİNİZ!


Max'i birinciliğinden dolayı kutlar, başarılarının devamını dilerim..


Uykuya Bakış

Uyku ne güzel şey. Vazgeçilmez tatlı gerçeğimiz. Fazlası da aptallaştırır insanı ama olmadan olmaz. Uyku dinç tutar, uykusuzluk yıpratır. Soğuk yatağa girmenin huzursuzluğu pek hoş olmasa da sabaha karşı vücut sıcaklığına gelmiş hali paha biçilemezdir. Hele ki erken kalkmanız gerekliyse daha da bağlanırsınız yatağa.

Bir de herkesin en rahat ettiği yatış şekli vardır. Eller yastığa sarılmış, bacağın biri dizden kırılarak yana doğru açılmış yatış biçimi benim favorimdir mesela. En sevmediğim de oturarak uyumaya çalışmaktır. Uyumak demiyorum, uyumaya çalışmak. Özellikle otobüs seyahatlerinde karşılaşılan durumdur bu. İnsan kafasını nereye koyacağını şaşırır. Uyku bastırır, gözler kapanır, tam dalmak üzereyken kafa, freni patlamış kamyon gibi aşağıya salıverir kendini. Çene tam göğüse çarpacakken geliriz kendimize, tek gözümüzü zorla açarız. Hoş, o da şaşı bakar ama yine de inatla uyumaya çalışırız. Kaldırırız kafayı yeni baştan büyük bir kararlılıkla. Yolculuk bitene kadar bu böyle devam eder. Bu savaşta yenik düşme olasılığı da oldukça fazladır. Bu durumda uykunun en derinlerinde gezerken kafanın ne halde olduğunun farkına bile varmayız. Tabi uyandığımızda bir kaç gün sürecek boyun tutulması da o uykunun bize çıkardığı acı faturadır.

Gece su içer misiniz bilmem. Ben genelde içerim, her zaman değil ama. Bazı geceler yatmadan önce yanıma su almayı unuturum. Uyku ve susuzluk arasında seçim yapmamı gerektirecek durum işte bu zaman oluşur, çünkü en çok su almayı unuttuğum geceler susarım ben aslında. Uykunun en tatlı yerinde susuzluktan kıvransam, sağımdan soluma dönmeye bile üşenirken nasıl olur da mutfağa giderim. Çok zor bir karardır bu, Morpehus'un kırmızı ve mavi hapları gibi birini seçmek gerekir. Bir tarafta uykuyu iki dakikalığına kesmek, diğer taraftaysa suyun boğazdan mideye gidişini hayal ederek uyumak.

Gece bir an olsun uyandınız, öyle çok da soğuk bir hava yok diyelim, uykunun kalitesini arttırmanın bir numaralı formülü yastığı ters çevirmektir kesinlikle. Isınan taraf gider, serin ve mutluluk veren yastık değer buruşan yüzünüze. Uykunun kalitesini arttırır resmen.

Sanırım erkekler daha çok sever yatağın soğuk kalan taraflarını. Tertemiz bir yatağın içinde vücudun pek ulaşamadığı noktalar genellikle serin kalır. Belki ilk girişte bu soğukluk itici gelebilir ama sabaha karşı ısınan yatakta soğuk kalmayı başaran kısımlar çöldeki bir vaha gibidir. Hayat verir insana, başka bir boyut katar uykuya.

Millet olarak severiz uykuyu, tembelliğimiz de buradan gelir. Akdeniz ikliminin etkisi kesinlikle en önemli faktördür. Uyku konusunda siesta yapanlarla yarışamayız belki ama ayakta uyumakta üstümüze yoktur. Hem ayakta uyur hemde rüyalar görürüz. İktidarı da muhalefeti de rüyalarda yaşar memleketimde.

Rüyalara girersek hiç çıkamayacağız işin içinden. En iyisi bitirmek. Bugün de böyle olsun. Yazılabilecek başka şeyler de mevcuttur illaki uyku hakkında. Ne yapalım onlarda başka zamana..

İyi uykular =)

12 Mart 2012 Pazartesi

Misket

Yoğun yağışın ardından sokakta sadece su birikintileri ve çamur vardı. Kaldırımın kenarında, simsiyah saçları alnına düşmüş, kömür gibi gözlerinde ışık parlayan mutlu bir çocuk oturuyordu. Küçücük avucunda sıkı sıkı tuttuğu bir şey vardı. Bakmaya bile kıyamıyordu ona, hayatında sahip olduğu en güzel oyuncaktı çünkü.

Annesi yollamıştı onu dışarıya, "Koş oğlum kepenkler kapanmadan bakkaldan ekmek al da gel, acele et ama fazla oyalanma" demişti. Kendisine gülen gözlerle bakan bir tek annesi vardı bu hayatta. Bunun farkındaydı, o yüzden annesinin sözünden çıkmazdı asla.

Fırladı çıktı küçük oğlan, sessizlik hakimdi sokakta. Kimseler görünmüyordu etrafta, fırtına öncesi sessizlikti bu. Daha önceleri de olmuştu böyle. Odasındaki küçük pencereden izlemişti bir keresinde, çok korkmuştu olanlardan. Koşar adımlarla bakkala doğru yola koyuldu. Kafasını öne eğmiş, etrafa bakmadan ürkek ama kararlı bir şekilde ilerledi hedefine.

Çamurlara bata çıka gidiyor, yırtık ayakkabısının içi her adımda biraz daha ıslanıyordu. Tam bakkala gelecekti ki çamur yığının arasından parlak bir misket göz kırptı. Durdu aniden, kitlendi miskete, şaşırdı. Etrafına baktı yavaşça, kimsenin görmediğinden emin olduğu anda, avını yakalamak için pike yapan yırtıcı bir kuş gibi kaptı misketi küçük parmaklarıyla.

Hayat durdu o anda, sevgiyle bakıyordu misketine, mutluydu. Yolun kenarına geçti, ıslak kaldırıma oturuverdi. Sıktı avucundaki parlak misketini..

Mahallede çok fazla arkadaşı olmasına rağmen onlarla pek anlaşamaz, daha çok yalnız kalmayı severdi. Diğerlerinden farklı olduğunu hissediyordu. Aşağı yukarı aynı yaştaydılar ancak onlarda kendinde olmayan bir hal vardı. Saftı bu çocuk, temiz kalmayı başarmıştı bu kirli sokakta. Fazla söz dinlemez, diğer çocuklar gibi büyük ağabeylerin dediklerini yapmazdı. Çocuk gibi çocuktu aslında, tuhaf olan o değil arkadaşlarıydı.

Hayaller kuruyordu kaldırımda. Kim bilir ne kadar zamandır oradaydı, farkında değildi. Ayakları sırılsıklamdı, kıçı da ıslanmıştı artık iyice. Avucundaki kendi gibi küçük ve parlak top ısıtıyordu onu. Misketi vardı sadece aklında.

Bakkalın kapadığı kepenk deldi sessizliği birden. Acı bir yakarış gibiydi bu, titredi kendine geldi küçük oğlan. Her taraftan yüzleri kapalı adamlar çıkıyordu şimdi sokağa. Ellerinde taşlar, sopalar, yanan şişeler vardı. Adamlar yolun ortasına araba lastiklerini taşıyıp yaktılar, bağırıyorlardı hep bir ağızdan. Her şey bir anda oldu, kıpırdayamadı bile yerinden çocuk, korkak gözlerle baktı etrafa, neler olacağını kestiremiyordu. Şimdi tek derdi misketini koruyabilmekti.

Uzaktan polis arabaları göründü, koca koca makineler yaklaşıyordu yavaş yavaş. Siren sesleride eklenmişti artık gürültüye. Arada sırada bir şeyler patlıyordu, sesin nereden geldiğini çözemedi hiç bir zaman.

Polis iyice yaklaştığında, arkadaşları çıktı ortaya. Yüzleri kapalı adamlar kaçmış, çocuklar kalmıştı artık sokakta. Ellerine ne geçiyorsa atıyordu çocuklar. Hedefi tutturanlar kahkaha atıyor, gözleri parlıyordu. Sanki bir oyundu bu, ama hala korkuyordu.

Bizim çocuk kıpırdamadan duruyordu sokağın ortasında, elinde sıkıca tuttuğu oyuncağıyla. Sırtına çarptı çocuklardan biri, düştü yere. Fırladı elinden parlak misketi, saplandı çamura. Yüreği sıkıştı, boğazı düğümlendi. Ayağa kalkıp alana kadar küçük bir el yakaladı misketi, fırlattı ateşin içine..

Durdu zaman, kesildi sesler. Bağıramadı bile, ağladı sessizce çamurun içinde.



Küçük oğlan şimdi, demirden bir kafeste annesini özlemekte. 

Kaybettiği misketini arıyor bide,
misket gözleriyle..





10 Mart 2012 Cumartesi

Yolun Sonunda

Kolundan parmağına doğru hızla ilerleyen kırmızı bir çizgi, parmağının ucunda durdu. Gücünü topladı, dinlendi, büyüdü, gözünü kararttı ve atladı. Kocaman kırmızı bir damla, süzüldü havada, hızlandı, o esnada neler hissetti bilinmez sonunda kavuştu toprağa. Dondu kaldı orada, bu senin toprağa attığın kim bilir kaçıncı imza..

Başardın ama çokça da yara aldın. Her tarafın yara bere içinde. Vücudunda, ağdalı ağdalı akan kanların sıcaklığı. Mutlusun, kimsenin yapamadığını yaptın. Karanlıkların içinden geldin, yeni bir yol açtın aydınlığa. Yolun üzerinde binlerce kırmızı nokta.

Meraklı bakışlarla kıpırdamadan inceliyorsun etrafı. Uzun süredir kalbinin üstünde dört nala koşan kısrak artık durmak üzere, ama hala adımlarını hissettiriyor. Hedefe ulaşmanın verdiği dinginlik başını dik tutuyor, muzaffer bir komutan gibisin. Bacaklarında belli belirsiz bir titreme var fakat yıkılmaya niyeti yok, direniyor inatla.

Engel yok artık önünde, ufka bakıyorsun, huzur dolu için. Ellerindeki kelepçelerden kurtuldun, prangalar takılan ayakların artık özgür, dikenli tellerden geçmek de yok bundan sonra. Karanlığı bıraktın arkanda, önünde artık uçsuz bucaksız güneşli, yemyeşil bir ova.

Korkmadın hiçbir zaman, doğru bildiğin yoldan ayrılmadın. Evet acı çekmesine çektin ama bir an olsun yönünden sapmadın. Aşmayı başardın engelleri, kendini feda ettin, gücün tükendi, durdun.

Açtığın kızıl yolun sonunda önce çöktün dizlerinin üstüne, kapadın gözlerini,

yüzünde hafif bir gülümseme.. 

Hayalindeki fotoğrafı gördün o anda.

Aydınlık, güzel bir dünya;

Son dikenli telin ardında..



Durdu kalbindeki kısrak, uzandın yere, yüzünde gülümseme.. Vücudun şimdi uzun kızıl yolun sonunda, ardından geleceklere güneşi gösteren bir ok gibi yerde.

Ruhun yeşile çoktan karıştı bile..







6 Mart 2012 Salı

Rastlantı

Karanlıktır benim odam ve serin havaları severim..

Beklemek ve ışığı özlemek hayatımın bir parçası, alıştım artık.. Güneşi pek görmem, görmeyi de pek istemem aslında. Sokağa çıktığım zamanlarda genelde güneş olmaz, çoğu zaman bir bulutun arkasına saklanır. Güneşi ancak etkisizse sevebilirim. 

Sıcak ve nemliyse havalar, bil ki karanlıklar içindeyimdir ben, görünmem kimselere. Unutulduğumu bilirim, özlerim ışığı ama ses etmem, sabırla dönmeni beklerim. Şikayet edemem, sıcak havalarda çekilmez olurum biliyorum. Yük olurum, ayak bağı olurum. Bu yüzden sevmem sıcak yaz aylarını. 

Benim mevsimim kıştır! 

Yalnız değilim ama, vardır benim gibiler. Soğuk günlerin adamıyım ben, sevgi doluyum, sıcacık sarılırım sana. Kokun yapışır üstüme. 

Serin havaları severim ben, mutlu olurum soğukta.. Üşümesine üşürüm ama kalbim hep sıcaktır.

Konuşamam, konuşmam.. İşin düşüp de geldiğinde, dargın da olsam biliyorum yine ısınacak kalbim bana sarıldığında. 

Neyse söylemek istediğim başka şey aslında..

Geçen kış senle gittiğimiz bir bar vardı, hatırlar mısın bilmem. İşte orada tanıştım onunla. O da benim gibi yalnız bırakıldığı için huzursuzdu, üzgündü. Ta kapıdan girerken fark ettim ben onu. Şansım da yanımdaydı, o kalabalığın içinde geldi yapıştı sırtıma..

Kırmızıydı rengi, çok güzeldi..

İlk defa senin kokundan başka bir kokuya bağlandım. Sana bağlanmak gibi değildi bu, tuhaftı, bambaşkaydı..

Heyecanlıydım, onu tekrar görememekten korkuyordum, umutsuzdum, mutsuzdum..


Ve bir mucize oldu, nasıl olur bu hala inanamıyorum.


Vestiyer de geçirdiğim o gece; sen de,ben de, aynı kokuya aşık olduk..

 

Bu söylediklerimi duyamayacağını biliyorum, ama yine de sana teşekkür etmek istiyorum. 


Sayende artık yaz aylarını da seviyorum..


Karanlık küçük odasında seni bekleyen dostun,
Palto..



4 Mart 2012 Pazar

Hoşgeldin

Hızla akan trafiğin içinden geçerek karşı kaldırıma ulaşmak istiyorsun. Kademeli olarak geçmen gerekli karşıya. İlk etapta iki şeritli bir yol görüyorsun, solundan sağına doğru seni umursamazca geçen araçlar var. Gözlerin, kırmızı ve yeşil ışıkları arıyor fakat yok. Doğru zamanda doğru hızda geçmelisin karşıya.

Oldun olası hep korktun karşıdan karşıya geçmekten. Bu korkunu yenmen gerek artık diye kendine telkinde bulunuyorsun. Tam gücünü toplamışken içine yine yersiz bir korku düşüyor. Huzursuzluğun, terlemene ve titremene neden olyor. Başın da dönmeye başladı. Kapadın gözlerini. Sıktın yumruklarını. Çöktün dizlerinin üstüne.

Kendini sakinleştirmeye çalışarak korkuyla karışık usulca açıyorsun gözlerini. Siyah beyaz çizgiler var yerde. Cesaret veriyor sana. Gözünü karartıp atıyorsun kendini yola..

Egzoz kokuları, motor zırıltısı, fren sesleri, klaksonlar kesildi.

Uçuyorsun, havadasın.. Gördüğün tek şey yerdeki siyah beyaz çizgiler..

Sonsuz bir huzur kaplıyor içini. Sanki ruhun bir kuşa sıkıca sarılmış, uçuyor mavi gökyüzüne. Bedenin düşüyor siyah beyaz çizgilerin üstüne..




Kısa süreli bir karanlıktan sonra gözlerini açtığında;

Tek gördüğün siyah beyaz çizgiler. Her taraftalar, hareketliler. Huzurlu sessiz bir ortamdasın. Belli belirsiz bir esinti yüzünü okşuyor. Doğanın tam ortasında, yeni yeşeren bir çayırın üstündesin.

Mutlusun, huzurlusun. İçinde merak var, hiç bir şey bilmiyorsun.

Tek bildiğin aç olduğun.

Siyah beyaz çizgili vücuduyla annen yanına geliyor. Kapıyorsun gözlerini, alıyorsun memesini ağzına, karnın doymaya başlıyor..

Gözlerini açtığında karşında siyah beyaz çizgiler..





 
Hoşgeldin yeni hayatına..

"Zebra!"



3 Mart 2012 Cumartesi

Çar-çube

Dilimiz farsçadan çokça etkilenmiştir. Çar-çube de dilimize girmeyi başaran tanımlardan birinin farsçası. Tavla oynayanlara "cıhar" lafı yeterince tanıdık gelir herhalde. "Cıhar" tavla oyununda dört anlamına gelir. Aslında farsçadaki okunuşu "çehar"dır. Çar-çube'nin "çar"ı da işte çehar ile aynı anlamdadır, yani dört. "Çub" ise farsçada odun, sopa, tahta anlamına gelir, "çube" olduğunda ise oklava. 

Dört oklavanın birleşiminden de ortaya çerçeve çıkar. Çerçevenin dilimize gelişinin hikayesi işte böyledir. Peki çerçeve hakkında verilebilecek bilgiler bunlarla sınırlı kalabilir mi? 

Çerçeve denilince aklımıza içerisine resimler konulan bir materyal gelir. Bakıldığında bu doğrudur ancak çerçeve bana göre daha geniş kapsamlı bir anlam taşımaktadır. Aslında hepimiz bir çerçevenin içinde yaşarız. İçinde yaşadığımız çerçevenin boyutlarını belirlemek tamamen bize kalmış bir durumdur. İstediğimiz genişlikte ve hatta istediğimiz şekilde bir çerçevede yaşamak kendi tercihimizdir. 

Karakterlerimiz belirler çerçeveleri. Nasıl hepimiz birbirimizden farklı yapıda isek çerçevelerimizde o ölçüde farklılık gösterir. Eğer iki çerçeve bir noktada çakışıyorsa sorun o zaman doğar. Çerçevelerin içi özgür alanlarımızdır, çakışan bölgeler ise ortak kullanım alanı. Her geçen gün sayımızın katlanarak çoğaldığı göz önüne alındığında, çatışmalarında o oranda fazlalaşacağını söylemek yanlış olmaz sanırım. 

Çar-çube yani çerçeve, aslında sadece çerçeve değildir belki de..

Çerçeve sınırlar mıdır, geçmişten yakalanan ölümsüz anlar mı? Yoksa hayalimizde kalan anılardan gerçeğe açılan bir kapı mı? 

Çerçeveye anlam veren içindeki fotoğraf mı? 

Yoksa çerçeve dünyaya bakış açımız mı?









1 Mart 2012 Perşembe

Kağıttan Gemi

Zaman, akıp giden bir su, yaşam da suya kapılan kağıttan bir gemi.

 Su, her zaman en kolay hareket edeceği yere doğru gider. Geçtiği yerlerde izini bırakır bırakmasına ama bir süre sonra buhar olur, uçar. 

Göz yaşı da suya benzer, bir pınardan doğar ve akar. Akıp gittiği yerler zamanla buharlaşır ancak izi hemen yok olmaz. Geriye bazen sevincin, bazen hüznün tuzu kalır. 

Ağlamak güzeldir, uğruna ağlanabilecek bir şeylere sahip olmak zenginlik. Yaşamın tadı tuzu da göz yaşında gizlidir. Unutulmamalıdır ki o tuzu da yine bir su temizleyecektir. 

Mühim olan akan göz yaşında, sevginin tuzunu taşıyan kağıttan gemi olabilmektir. 





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...